27.07.2009

Sultan Mehmed Reşad Han


Bizim tarihimizde pek tanınmayan sevimli ihtiyar, İkinci Meşrutiyet'in kabuğuna çekilen hükümdarı, Sultan V. Mehmed Reşad; dokuz yıl Osmanlı tahtında kaldı. Daha çok Avrupalı meşruti bir hükümdar, bunların içinde de idareye en uzak ve sembolik yetkili birisi olarak değerlendirilmelidir. Kendinden önceki kudretli hakanın karaltısı altında bir güçlü kişilik çizemeyeceği gibi; İttihat Terakki ricalinin devlet hayatındaki tecrübesizliği fakat hakana karşı tahfif edici nazar ve komiteci tavırları onu zor bir yola sokmuştur. Harbin sıkıntılarını gören ve paylaşmak zorunda kalan bir hükümdardır. Her şeyden önemlisi yaşlı ve hasta bir padişah olarak tahta çıkmıştır. Cülus töreni ecdadı gibi Topkapı'da Babüs'saade önündeki altın tahtta değil, Harbiye Nezareti'nde oldu. Bu da bir ananesizlik ve hatta bir skandaldı. V. Mehmed saltanatına tatsız bir şekilde başlamıştı. Universal Roma İmparatorluklarının sonuncusu olan Osmanlı İmparatorluğu bu dönemi ve son imparator kişiliğini II. Abdülhamid'le kapatmıştır. Demokratik olmayan bir ortamda V. Mehmed Reşad son meşruti imparator olarak, saltanatın yıkımına hazırlanmaktadır. Padişah tahta geçtikten sonra imparatorluk Rumeli'de Balkan Harbi faciasını yaşayacaktır. Edirne dahi zorla elde kalacaktır. Akdeniz adaları elden çıkacaktır ve Trablusgarp Savaşı'yla Afrika'daki hakimiyet sona erecektir. V. Mehmed Reşad bu faciaları yaşayan ve darbeyi atlatamayan bir Türk milletinin başındadır ve şimdi Birinci Büyük Harb'e girerken kimse ne ona ne de diğer devlet organlarına danışmamıştır. Ondan istenen halife olarak "sancak-ı şerif"in açılması ve Müslümanları cihada davettir. Müslümanların çoğu sancak altına gelmemişti. Bu sükut-u hayali de milletle yaşayacaktır. Ama vatanın savunulduğu Çanakkale'de, Kafkas'ta o da herkes gibi vatanseverlik duygusuna ve millet şuuruna ulaşan bir toplumun mensubu, devlet başkanı olmakla gurur duyacaktır. Muhtemelen kendi karakterine uymamakla beraber, Çanakkale'deki askerler için kaleme alınan şiire bu nedenle imza atmıştır. Tabii yıkımı ve Arabistan'daki çöküntüyü de gözlemiştir ve kalbi dayanmamıştır. Küçük biraderi VI. Mehmed Vahideddin uçaklarla bombalanan bir payitahtta kılıç kuşanmıştır. İngilizler bu törenin hatrına o gün bombardımanı kesmiştir. Hakan da bunu öngörmüş ve Almanları protesto eder ve İngilizlere bir sempati ifade edercesine "Bugün bombardımanı keseceklerdir" demişti.
Cihan Harbi'nin prova mekanlarından biri Osmanlı memaliki, hatta Türk anavatanıydı. Dönemin politik çekişmeleri ihanete kadar uzanabilirdi, uzandı da. Devlet teşkilatı modernleşiyordu ama partizanlık, usulsüzlük, anane düşmanlığıyla birlikte yapılıyordu. İkinci Meşrutiyet bir darbeci aşırılığıyla başladı. Sorgusuz sualsiz paşaların rütbeleri indiriliyor, bazı subaylar kadro dışı bırakılıyordu. Alaylı diye cahillerin yanında bazı tecrübeli olağanüstü kabiliyette eski komutanlar da atılıyordu. Unutmayalım, Yunan muharebelerinin şehidi Abdülezel paşamız da alaylı takımındandı. Gülünç ve hazin olan taraf; rütbesi indirilen bu zabitler iyi yetiştiğinden bazıları paşa oldular. Cevat Paşa gibi rütbe indirimine uğrayan bazısı yeniden paşa olacak ve tensikata uğrayanlar Cihan Harbi felaketinde yeniden hizmete çağrılacaktı. Bütün bu ortamda padişah hiçbir şeye müdahale etmedi, edemedi. Oysa bu aşırı infiradcılık ve çekinme meşruti rejimle bağdaşmazdı. Her şeyi idare eden büyük biraderin devrinden sonra; saraya gelen kararnameyi imzalamak için telaşla sofradan kalkıp yazı masasına koşuşan küçük biraderin padişahlığı devrine gelinmişti. Küçük birader II. Meşrutiyet'in ilanından sonraki son veliahtlık yılında dahi olmayacak şeylere alkış tutmuştu. Niyazi Bey'in hürriyet geyiğini çoluk çocuk ve işsiz takımıyla gidip ziyaret eden veliahd-ı saltanatı, Sultan II. Abdülhamid hayli hüzünle istihza etmiş olmalıdır. Bu kadar itaatkar karakter ve tavra rağmen; İttihatçılar onu "bunak" diye istihza ettiler, değildi. Cahil diye tanıttılar, bildiğinin farkına bile varamadılar. Halk onu sevdi ama bu saygıdan çok, sevimli ihtiyar, dindar padişaha duyulan sade sevgiydi. Osmanlı padişahı gibi cihanşumul imparator tipi bu milletin ufuklarından silinmiş, tarihe gömülmüştü...
Padişah Haziran 1916'da Rumeli seyahatine başladı. Ayaklanan Arnavutluk, padişahı sıcak bir muhabbet ve hürmetle karşıladı. Meşrutiyet sarhoşluğu çabuk geçti: Kompartımanlar halinde universal bir imparatorluğu teşkil eden Osmanlı milletlerinin vatandaşlık toplumunu meydana getirmesi mümkün değildi. Aslında hiçbir yerde hiçbir toplum böyle ortak bir ideal ve kimlik etrafında toplanamazdı ve toplanmamıştır. Nitekim 29 Eylül 1911'de İtalya Trablusgarp'a ve Bingazi'ye saldırdı. Donanmalarını durduracak bir donanmamız yoktu ama kıyıdan içeri bir adım atamadılar. Libya halkının genç fakat harp sanatını bilir subaylar öncülüğünde (Fethi Enver, Mustafa Kemal) bu saldırıyı durdurduğu anlaşılıyor. Gerçekte İtalya da 1930'lara kadar Libya'ya rahatça yerleşemedi. 1912'de Rodos'u İtalya rahatça işgal etti. 15 Ekim 1912'de Uşi Andlaşması ile İtalya Trablusgarp'ı (Libya) aldı ve adaları ise terk etmedi; başlayan Balkan Harbi bu boşalma projesini geciktirdi ve Oniki Adalar bir daha yurda dönemedi.
* * *
Sultan Reşad gençliğinde sarışın, yakışıklı bir şehzadeydi. Yaşlandıkça kilo aldı. Müzmin hastalıkları arttı. Bacakları kısaydı, zor yürür oldu. Avrupa’dan hekim getirilerek tedavi ettiriliyordu. İttihad ve Terakki sultasından utanacak şekilde çekindi. O yıl Damat Salih Paşa’yı İttihatçılar Mahmud Şevket Paşa davasında suikast cürmü ile itham ettiler. Kurtarmaya cesaret edemedi. Yeğeninin bedduasını aldı. Dokuz yıl iki aylık saltanatında babası Abdülmecid Han hiç idam cezası tasdik etmediği halde, o istemediği idam cezalarını tasdik etti. Devrinde harp sıkıntıyla devam ederken, kendisinden biraz önce vefat eden II. Abdülhamid Han’ın cenazesini uğurlayan halk; bilhassa kadınlar "Hepimizi doyurup, gönendiren padişahımız, bizi bırakıp nereye gidiyorsun!" diye feryatlarla uğurladılar. İttihatçılar son zamanlarda hakan-ı sabıkı karalamaktan vazgeçtiler, hatta Beylerbeyi Sarayı’nda dış politika müşaveresine gittikleri biliniyor. Hiçbiri tahttaki padişaha hiçbir şey sormazdı oysa...
Beş vakit namaz ve ibadetindeydi. Haremde ağalarının saray protokolündeki derecesini düşürdü; saraya ait hatırattan anlaşılan o ki harem halkının eğitimine de önem veriyordu. Tasarrufa riayet ederdi. Rumeli gezisinden önce veliaht dairesinin tefriş ve tamirat talebini, "paramız yok şimdi" diye reddetmişti. Harp içinde saraylılar bulgur pilavıyla doyardı; şikayet etse de buna riayet ederdi. Ama ülkede harp zenginlerinin vurgunu bu görünümle tezat teşkil ediyordu. Ananeye riayet ederdi. Ali Fuat Bey (Türkgeldi), Damat Enver Paşa ile yediği yemekten sonra, "Şu Enver Paşa dediklerine bakın, bamya ile su içti" diye istihza ettiğini kaydeder.
Sultan Mehmed Reşad Han’ın cahil olduğu propagandası yayılmıştır. Değildir. Güzel hattı vardı. Bohepal maharanası kendisini ziyaret ettiğinde Farsça konuşmuştur. Ömür boyu Farsça metinleri okumuş, Mesnevi üstatlarını dinlemiş, güzel dili ilk defa bu şekilde kullanmak nasip olmuştu. 4 Temmuz 1917’de bozgunu görüyordu. Ama feci sonuç henüz ortada yoktu, görmeden bu dünyadan ayrıldı. Eyüp’te (bu beldede tek padişah türbesidir) daha önce türbesi yapılmıştı. Vasiyeti gereği yanına bir ilkokul yapıldı ve Zenbilli Ali Efendi’nin Zeyrek’teki türbesi gibi o da çocuk sesleri arasında son uykusunu uyuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 
Site Meter