30.07.2009

İstanbul



Devamı bir sayfa ötede...

Mostar'dan Mekke'ye Mimar Sinan Eserleri

“Osmanlı'nın başkentleri Edirne ve İstanbul'un ötesindeki Osmanlı coğrafyasında, Sinan'ın 100'ün üzerinde eseri bulunuyor. Sinan Osmanlı'nın başkenti İstanbul'da şekillenen üslubunu Budapeşte'den Mekke'ye tüm Osmanlı coğrafyasına taşıdı. İstanbul imparatorluğun dört bir yanına uzanan yolların merkezinde yer alır. Osmanlı'nın pek çok yerde Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerinden devraldığı bu yollar, askeri, ekonomik ve bürokratik bir ağ oluşturur. Sinan'ın eserleri 16. yüzyılda Akdeniz havzasını saran bu ticaret, hac ve sefer yolları ağının parçasıydı.”

ÇEKÜL Vakfı'nın Sinan'a Saygı Projesi kapsamında hazırladığı "Mimar Sinan Eserleri Gezi Haritaları" serisinin sonuncusu olan üçüncü harita yayımlandı. Sadece kargo bedeli ödeyerek daha önce yayınlanan Mimar Sinan Eserleri İstanbul Gezi Haritası, Mimar Sinan Eserleri İstanbul Gezi Haritası ve bu haritaya sahip olmak için tıklayın.


Devamı bir sayfa ötede...

29.07.2009

Sahipsiz Ülke

Türkiye'de tarih o kadar sahipsiz ki, Türk devletinden umudu kesenler yurtdışında sesini duyurmaya çalışıyor. 800 yıllık Bizans duvarları yıkılıyor, hamam ortadan kaldırılıyor, ses çıkartan yok.

Tarihi katlettiler
Turkey must act to avert an earthquake tragedy


Devamı bir sayfa ötede...

2288


Galatasaray'ın cok tartısılan mor formasına verdiği unvan; 2288. Tarihte ilk defa bundan 2288 yıl önce ortaya çıkan Galatlara ithaf edilen Galata isminin tarihi. Galatlar'dan yola çıkarak Galata adı verilen bölgede kurulan Sultani'de başlayan Galatasaray efsanesine dayandırılarak, İstanbul'un fethi'nde Galatların yaptıkları yardımlar anımsatılarak Galatasaray tarihine ilişkilendirilmiş oldu Galatlar. Bu hikayeden yola çıkarak bir amblem de yapılmış. Bakalım bu yeni tarih anlayışı Galatasaray.org sitesinde ne zaman yer alacak, ne kadar benimsenecek?



Devamı bir sayfa ötede...

28.07.2009

Fatih'in Naaşı Üzerine / Erhan Afyoncu - Mustafa Armağan


Yakınlarda Yeditepe'den Truva'nın İntikamı adlı Fatih Sultan Mehmet üzerine kitabı çıkan Erhan Afyoncu'nun Haber7.com'a verdiği röportajda bahsettiği konulardan biri de Fatih'in cesedinin çürümesi vakasıydı. Yukarıdaki belgeye dayanan bilgilerle şöyle bir açıklama yaptı Afyoncu:
Fatih ölüyor, cesedi saraya götürülüyor, Cem Sultan mı Bâyezid mı tahta geçsin diye siyasi çekişme başlayınca, ortalık karışıyor! Tarafların siyasi iktidar hırsı, Fatih gibi bir hükümdarın cesedini unutturuyor. Naaş unutuluyor orada günlerce yatıyor öyle. Belgede diyor ki; “Hünkar vefat etti, üzerinde üç gün üç gece mum yanmadı” Bu demek ki üç gün naaş orada kaldı. Ve aylardan Mayıs. Havaların ısındığı bir zaman! Devam ediyor belge, “Oraya girdim, kokudan kimse yanına varmadı..” Yani düşünün ceset kokmuş. Yani Fatih gibi bir hükümdarın cesedini kokutuyoruz biz ki bu büyük bir rezillik! Öyle böyle bir rezillik değil. Son derece vahim. Bu tarihi rezilliğin sebebi de siyasi hırs! iki taraf birbiriyle çekişirken orada Fatih'i unutuyorlar. Çünkü İstanbul'da bir de kaos var askerin isyanı falan var. Fatih’in cesedi ölümünden ancak 19 gün sonra, II. Bayezid’in tahta çıkmasının sonrasında defnedilebilmiştir.

Belge güvenilir mi?

Tabii bu belge, doğru bir belge. O dönemde bir kişinin yazdığı ve gelişmelere de uygun. Baltacılar Ketküdası Kasım Ağa ve iki hekimin cesedi nasıl tahnit ettiğini Sultan II. Beyazid’e anlatıyor: “Vardım kapıcılar ketküdasına söyledim. O da İshak paşa’ya söyledi. Paşanın emri ile mum yaktım. Koku yüzünden kimse cesedin yanına varamadı. Ben tahnit ustası ile cesedin iç orgalarını çıkardım. Olup biteni kethüdamız da bilir”

Şu an arşivde duran, araştırmacıların isteyince ulaşabileceği bir belge mi?

Tabii, Topkapı Sarayında bu belge. Osmanlı Arşivi’nde. Uzunçarşılı orada uzun süre yaşadığı, çalıştığı için çok belge yayınladı. Çok önemli belgeler var orada. Bu belge belirttiğim gibi zaten yıllar önce yayınlanmış. 1970'lerde yayınlıyor.Fakat dediğim gibi akademik bir derği. :ok az basılıyor zaten Belleten. Bu tür önemli araştırmalar, yayınlanır, 59-60 kişinin okuduğu dergide kalır. Bilinmemesinin sebebi odur. Bunu akademisyenlerin bir kısmı bilir, bir kısmı da bilmez. Çünkü orada ilgi sahası içindeki makaleler hariç yazılar pek okunmaz. Ben biraz popüler şeyleri ve Fatih'in ölümünü de merak ettiğim için bu tür yazıları fazla karıştırırım. Ne kadar çok okursanız, ne kadar çok karıştırırsanız o kadar çok malzeme çıkıyor sonuçta.

Peki Fatih’in cesedi mumyalandı söylentilerine bu belgedeki mumla koruma çalışması yol açmış olabilir mi?

Ceset tahnit ediliyor. Bu anladığımız manada mumyalama değildir. Yani iç organlar çıkartılarak cesedin belli bir süre daha korunması sağlanmış. Mısırlılar gibi tam cesedin korunması sağlanmıyor. Bu belli bir süre içindir, bir çok hükümdara uygulamıştır. Özellikle İstanbul dışında ölen hükümdarlara ki aralarında Kanuni ve I. Murad da vardır. Ama hiç biri Fatih gibi göz göre kokutulmuş değildir. Acı bir durum, çok acı! Çünkü Fatih bana göre bütün Türk Tarihi'nin en önemli devlet adamıdır. Biz bir çok önemli devlet adamı çıkardık ama Fatih gibi büyük çaplı bir lider yetiştirmedik.
* * *
Erhan Afyoncu'nun bu açıklamalarına Fatih üzerine Ufukların Sultanı adlı kitabı bulunan Mustafa Armağan köşesinde cevap verdi:

1970'te "Belleten"deki yazısında İ. H. Uzunçarşılı, ortada gördüğünüz belgeyi yayınlar. O tarihe kadar kimsenin dikkatini çekmemiş olan bu belgede tarih yoktur, bir. Kime yazıldığı belli değildir, iki (üzerinde yalnız 'Sultan' diye bir kelime okunur). İçinde sadece İshak Paşa'nın adı geçer. İmza ise Baltacılar Kethüdası olduğunu söyleyen Kasım'a aittir.
Önce üzerinde konuşabilmemiz için bu 'müthiş' belgenin ilgili kısmını aktarıyorum:
"...Ol halde hünkâr müteveffa oldu, üzerimde üç gün ve üç gece mum yanmadı, vardım Kapucular Kethüdasına söyledim, ol dahi İshak Paşa'ya söyledi. Emreylediler mum yaktım. Reyhası ucundan kimse yanına varmadı. Ben fakir, usta ile bilece içini ayırtladım. Bu zikr olunan sözleri kethüdamız dahi bilir..."
Şimdi çarpıtmalara gelelim.
1) Metindeki 'üzerimde'yi 'üzerinde' okuyorlar, 2) Sonra onu 'cesedin üzerinde' yapıyorlar, 3) Ardından güzel koku anlamına gelen "reyha" (rayiha) kelimesini cesedin kokuşmasına yoruyorlar, 4) Nihayet "Bilece içini ayırtladım"dan yola çıkarak Baltacılar Kethüdası'na bir ustayla birlikte cesedin içini boşalttırıyorlar.
Benim kanaatlerim şöyle:
1) 'Üzerimde 3 gün mum yanmadı'dan şunu anlayabiliriz: Saraydaki yas sırasında genel bir karartma uygulanmıştır. Kethüda Kasım, 'Mum yakabilir miyim?' diye izin istiyor.
2) Ceset kelimesi geçmiyor.
3) 'Rayiha' güzel koku anlamındadır ki, açıkladığımız gibi kefenin üzerine saçılan kokulardır. Bundan çürüme ve kokuşma anlamı çıkmaz.
4) 'Ayırtlama'nın buradaki anlamı, G. Veinstein ve N. Vatin'in yakaladıkları gibi sözkonusu olan bir cenaze ise iç organlarının çıkarılması değil, gasledilmesidir.
5) Madem atış serbest, ben de bu mektubun II. Murad'ın vefatı üzerine Fatih'e yazıldığını iddia etsem kim ne diyebilir? Hem adı geçen İshak Paşa'nın imzasını, Murad Han'ın vasiyetnamesinde de görmüyor muyuz?
Yıllar önce aklıevvelin biri bu belgeyi nasıl sunmuştu, hatırlayıp gülümseyelim mi: "Fatih'in naaşının mumyalanması unutulmuş ve sarayı dayanılmaz bir koku sarınca "Hay Allah, hünkârı tahnit ettirmek hatırımıza gelmedi" denip kokmuş ceset alelacele mumyalatılmıştı."
Tarihimiz kimlere emanet!


Devamı bir sayfa ötede...

Osmanlı Devleti ne zaman kuruldu? / 27 Temmuz 1302


Türk ananelerinde hakanlığa namzet olanlardan birisinin zafer kazanması gerekiyor. Bu, tanrının ona bir kut vermesi şeklinde tasvir edilir. O halde araştırmalarımızda bu konuları ön plana çıkaracağız. Osman Gazi, sınırda kendi dönemindeki alplerle mücadele ediyor. Burada tarihçi hangi eseriyle öteki alpleri gölgede bıraktığına bakmalı. İşte bu hadise Bafeus Savaşı'yla gerçekleşmiştir. Yani kendisinden sonra oğlunun hiç itirazsız beylik tahtına oturması yani hanedanın kurulmuş olması tarihçinin tespit edeceği en önemli şeydir. Orta Çağ'da hanedan demek devlet demektir. İşte bunu temin eden, 1302'deki Osmanlı'nın büyük Bafeus Zaferi'dir.
* * *
Bu çok önemli savaş hakkında Türk kaynaklarında hemen hiçbir şey yok. Bu savaşın neticesinde Osman’ın şöhreti yayılmıştır. Her taraftan onun emri altına Türkler gelmeye başladılar. Demek ki bir ordu sahibidir. Demek ki bu zafer Türk ananesine göre kut sahibi hanedan sahibi olduğu zaferdir. Kendisinden sonra Orhan hiç itirazsız tahta geçmiştir. İşte bu sebeple bu tarihte bir hanedan olarak kurulduğunu söylüyorum. Osman’ın sultan olması bahsi konusu değildir. Bu zamana kadar 1299 olarak kabul ettik. Şimdi bu nereden çıktı diyorlar. Ben delillerimle, kaynaklarımla ispat ediyorum.
Prof. Dr. Halil İnalcık


Notlar:
Savaşın geçmiş olduğu bölge (google map)
Hammer'in belirttiği bölge (google map)

İnalcık yukarıda da anlaşıldığı gibi, Osmanlı'yı devlet yapan savaşın 1302 yılında Hammer'in dediği gibi Bilecik-Bursa arasındaki Koyunhisar'da değil İzmit Körfezi'ne yakın olan Çobankale tarafında geçtiğini söylemektedir. Tarih 27 Temmuz 1302'dir. Osmanlı bu savaşla "devlet" unvanını kazanmış ama yerleşik olarak Söğüt bölgesinde kalmaya devam etmiştir. Sonuç olarak, tarih olarak 1299 yılı yerine 1302 tarihi yıllardır söylendiği gibi değişebilirken, devlet Yalova'da kuruldu tezi savaşın geçtiği bölgenin Bizans kaynaklarına göre bilindiği gibi Bilecik tarafında değil, Yalova'da olduğu üzerinedir.


Devamı bir sayfa ötede...

27.07.2009

Albert Einstein’ın Atatürk'e mektubu

Hitler zulmünden kaçan Yahudi kökenli Alman profesörleri himayet etmesi için
Einstein tarafından yazılan mektup.

Ekselansları,
OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.
Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi , birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.
Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etmek cüretini buluyorum.
Ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan
Prof. Albert Einstein


Devamı bir sayfa ötede...

Irene Melikoff


Birinci Dünya Savaşı'nın en çilekeş, en tezatlar içinde yaşayan başkenti St. Petersburg'da -ki savaşın başında adı Almanlara olan nefretten dolayı Petrograd'a çevrilmiştir- 7 Kasım 1917'de varlıklı ve soylu bir ailenin kızı dünyaya geldi. Babası Azerbaycanlı petrol işleri ile meşgul Ivan Melikoff ve annesi Rusya ayanından Yevgenya Nikiferovna Mokşanova idi. Şehrin bir kesimi kalın duvarların arkasında eski şaşaalı hayatını sürdürürken, öbür kesim açlık ve ölüme isyan etmişti. İhtilal patlamıştı, yeni doğan bebek ailesinin eski yaşamıyla ilgisi olmayan bir istikbale doğmuştu.
Irene Melikoff hayatının kendisine miras kalan ama maddi değil, kültürel bir zenginliğin pırıltısı ile soyundan gelen güzellik ve zekası yanında sıkıntılı bir maddi hayatı bir arada yaşayacaktır. Sürgündeki Ruslarda görülebilen seçkin bir kültür ve müzikal bir Rusça, Fransızların dahi göstermediği bir özenle edinilen zengin ve hoş aksanlı Fransızca ve her iki millette de görülmeyen zengin, düzgün telaffuzlu İngilizce, Irene Melikoff'u etraftan farklı kılıyordu. Hiç kuşkusuz onu farklı kılan bir diğer yönü de sık sık "Efendim"le hitap ettiği temiz Türkçesiydi. Açıkçası soyundaki Kafkaslılık ağır basmış ve belki de bu yüzden Paris'teki Türk çevresinde tanıdığı Faruk Sayar ile evlenmişti. Üç kızı da bu evliliktendi ve bütün kültürlü Ruslar gibi çocuklarına Fransa'da dahi hem Rusçayı hem Türkçeyi öğretmişti. Kızı Şirin her iki dili de mükemmel kullanan bir Fransa aydını ve üniversite hocasıdır.

İki dünyanın da efendisi
Genç Irene, Sorbonne Üniversitesi ve Paris'teki ünlü Şark dilleri okulunda (Ecole Nationales des Langues Oriantales) eğitimini tamamladı. O yıllarda kendisiyle birlikte burada öğrenim görenler Türkoloji dünyasının gelecekteki en renkli grubunu oluşturuyordu: Avusturyalı Andreas Tietze, Fransa'dan Louis Bazin ve Britanyalı Bernard Lewis... Hocalardan biri Türk gramerini yazan ünlü Jean Deny'di. Ama bu zeki ve renkli gençleri en çok etkileyen sürgündeki Dr. Adnan Adıvar'dı. Bernard Lewis'in ifadesiyle onlara sadece Türk tarihini ve Şark edebiyatını değil, her şeyi, hatta Goethe'nin "Faust"unu bile anlatırmış. "Bilgisi ve kültürü ile iki dünyaya aitti ve ikisinin de efendisiydi" der. Irene hanım ünlü "Danişmendname" üzerine çalıştı, bu tez ona bir şöhret kazandırdı ve giderek Türk halk kültürüyle ilgilenmeye başladı.
Kimsenin, hatta Türklerin bile derli toplu bilmediği sahalar ilgisini çekti. Güzel ve canayakındı, bilge ve sıcak kişiliğiyle her zaman Anadolu halkının muhtelif gruplarının dostu oldu. Bir aşıklar gecesinde tribünlerdeki kadınların "Irene bacı!" diye tabur halinde onu çağırıp nümayişle aralarına aldıklarını hepimiz gördük. Cem ayinlerini izledi. Anadolu Aleviliğinin bilinmeyen yanlarına baktı, tarihi malzemeyi kullandı. Bizdeki Bektaşilik, Alevilik, Babailik gibi sahaların yetkin araştırmacısı olan tarihçi Ahmet Yaşar Ocak da Strasbourg Üniversitesi'nde onun yanında yetişmiştir. İkisi Fuat Köprülü'den beri bazı yeni açılımlar yaptılar. Anadolu Aleviliği ile Şiilik arasındaki farkları sarahatle ortaya koymak gibi.

İşçi ailelerimizin yardımcısıydı
Irene Melikoff sadece etrafındaki Türk öğrencilere Avrupa'da yaşayan Alevi aşık ve sofulara değil, başı derde giren ve sokakta kalan Türk işçi ailelere bile yardım etmekle tanınır. Bir ara damadı merhum Kasım Yeşilgül ile birlikte bu işe kendilerine hasretmişlerdi.Irene Melikoff, Alevilik-Bektaşilik ile ilgili sahalarda "Uyur idik Uyardılar", "Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları", "Hacı Bektaş", "Efsaneden Gerçeğe" gibi çalışmalarının Turan Alptekin tarafından çevrilmesiyle Türk okuyucu tarafından izlenebildi. Ama Fransa'da Türkoloji sahasındaki öğretmenliği ve meslektaşlar arasındaki dost davranışıyla her zaman için gönüllerde yerini tuttu.


Devamı bir sayfa ötede...

İsmail Cem


1978 yılıydı; İsmail Cem'le bir açık oturumda beraberdik. Doğrusu Türk bürokrasisi üzerinde yaptığımız tahlillerin birbiriyle bağdaşmadığı açıktı. Oradaki karşılaşma devam eden bir dostluğun başlangıcı olmadı. Seneler sonra kendisiyle bambaşka ortamlarda karşılaştık. Bu sefer başka bir iletişim biçimi ortaya çıkmıştı. Mizah tarafı olan insanla anlaşmak kolaydır. Bizdeki Amerikan eğitimlilerden bir farkı daha vardı; kıtanın Fransız diline ve kültürüne de sahipti. Reddi miras etmiyordu, hiç değilse bu ülkenin mirasına saygılıydı ve devamlı araştırıp öğreniyordu. Nitekim çocuklarına da bu şuuru devrettiği görülüyor.
Dışişleri Bakanı olduktan sonra bazı önemli dış ziyaretlerde beni de başkalarıyla yemeğe çağırırdı. O sıralarda Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ve Bulgaristan Dışişleri Bakanı güzel Nadejda Mihailova ile çok sık görüşmeler yapıyorlardı. Avrupa merkezlerindeki diplomatlar söylüyordu; Balkanlar'da alışılmışın dışında, hem fizik hem zeka olarak egemen bir görünümü ortaya çıktı diye... Bu üç bakan zekiydi, zarifti, dünya görmüşlerdi, milli çıkarlar noktasında var olan inat ve bağlılıklarını gizlemeyi biliyorlardı. İsmail Cem bu yönüyle büyüyen Türkiye'nin dışişleri bakanı olmayı bildi.Genelde öbür dışişleri bakanlarımızın aksine bakanlığın diplomat kadrolarıyla çok iyi geçindiği söylenmezdi; ama galiba temel konularda uzlaşma virtüözce sağlanırdı. Bunu kendisi her zaman açıkça söylemiştir: "Türkiye'nin talihi işini bilen üslup sahibi diplomatlardır."
İyi eğitim görmüş insanlardaki itidale sahipti. Uzun süren hastalığında panikten çok ümidi ve işini görmeyi seçtiği açıktı. Siyasette başarı için tecrübeli bir çevre gerekir. Türkiye sosyal demokrasisinde bu çevre henüz mevcut değil. İsmail Cem'in o çevrenin liderleri arasında ismi ve resmiyle kalıcı bir portre olacağı açıktır.


Devamı bir sayfa ötede...

Eagle's Nest / Kartal Yuvası



Devamı bir sayfa ötede...

Nazım Hikmet


Geçtiğimiz pazar gecesi Kanal 6’da Dr. Stress’in (Nedim Saban) programı Nazım Hikmet’in "vatandaşlığının iadesi" konuluydu. İstanbul Milletvekili Sayın Mehmet Gül, onun karşısında sayın Yıldız Sertel ve üstad Refik Erduran oturuyorlardı. Ayrıca sunucu herhalde kampanya için imza toplayanları ve karşıt görüşlü olarak gördüğü bazı gençleri tartışmaya dahil etmiş. Nazım taraftarları çoğunlukla şairin hayatı ve eserleri üzerinde, öbürlerinden daha az tetkikte bulunmuş ve notları olmadan gelmiş; belagata sığınmayı tercih ettiler. Öbür taraf da açık konuşmaktan çok "kardeşlik, uzlaşma" gibi deyimleri ağızdan düşürmediler, fakat şairin dedesi ve sonra da oğlundan söz ederek ıskalama tekniğine dayalı bir program sürdürdüler. Programa dışardan katılmalar da oldu. Uluslar edebi şahsiyetleri üzerinde, edebiyat ölçüleri içinde tartışma ve değerlendirme safhasına gelememişse; o toplum edebi zevki itibariyle henüz bir "kavim" derecesindedir. Ovidius ve Puşkin sürgüne gittikleri an; kendilerinin kalıcı olacaklarını, mısralarının ebediyyen terennüm edileceğini söylemişlerdi. Sağ-sol kimse üzerine alınmasın ama bizim toplumda kimsenin böyle bir şansı yoktur.
Türkiye’de vatandaşlıktan çıkarma gibi garabet bir müessesenin sonuçlarını devşiriyoruz. Türk vatandaşlığı zor meslektir. Tanrı’nın ve tarihin kararıyla bu kimliği ediniyoruz. Bize sormuyorlar. Çünkü vatandaşlığın temelinde soy esası var. Oysa bugünün yöneticileri vatandaşlıktan atıyor, iskat ediyor, bir daha alıyorlar. Bir de ne işe yaradığını hâlâ anlatamadılar; "lobbyömiz olacak diye çifte vatandaşlık denen bir şey buldular; Bakanlar Kurulu bir sürü adamı vatandaşlıktan çıkarıyor, birkaç zaman sonra haydi bir daha alıyor. Bu arkadaşlar arada bir başka ülkenin daha vatandaşı oluyorlarmış. Vatandaşlık kurumunu böyle maskara etmeye hiç kimsenin hakkı olmaması gerekir. Nazım Hikmet için söz konusu olan herhalde "iade-i itibarödır.
Uzatmayalım; oturumda söz Nazım Hikmet’in dedesinden açıldı. "Konstantin Borzecki" sözü telaffuz edildi (ana tarafından büyükdedesi). Avusturya ve Rusya’ya karşı 1848’de ayaklanan yiğit Macar ve Polonyalılar’ın albaylarından Kont Borzecki ve öbürleri yenilince, kaçıp imparatorluğumuzun müşfik kollarına sığındılar. Kendilerini Rusya ve Avusturya’ya teslim etmeyen Devlet-i Aliye’ye ve bu topluma hayran oldular, dinlerini değiştirenler oldu. Borzecki de onlardan biriydi. Mustafa Celaleddin (Paşa) adıyla, yeni yurdu ve toplumuna hizmet etti. Haritacılık öğretti. Türk ulusçuluğu üzerine ilk önemli risaleyi yazdı (Les Turcs Anciens et Modernes). Ve Karadağ Savaşı’nda mirliva (tuğgeneral) rütbesiyle şehit oldu.
Nazım Hikmet’in oğlu Memet’le de tanıştım. Polonya’da Crakow Üniversitesi beni bir yıllığına davet etmişti (yıl 1980). Bu hocalık nasıl bir şey olabilir diye Münevver Andaç Hanım’la Paris’te görüşüp sordum. Dostum Filiz Yenişehirlioğlu tanıştırmıştı. Memet kibar, bizim dışarda sadece birkaç yıl geçiren memur ailelerimizin çocuklarının aksine son derece düzgün şiveli ve zengin Türkçe konuşuyordu. İyi ressam olduğu cümleye malum ama mütevazı bir gençti. Polonya ve Polonyalılar’dan olumlu ve hayırhah bir dille söz etti, ancak kendini Polonyalı hissettiğini söylemek söz konusu olamaz. Polonyalılar’ı çok Türk beğenir. Hoş bir halktır. Münevver Hanım’ın gurbette binbir sıkıntı içinde her şeyden evvel beyefendi bir Türk yetiştirdiği açıktı. Bunları niye söylüyorum; sadede gelelim, şairin kendini konuşalım diyorum. Nazım Hikmet’in ne olduğunu Bakü’de anladım. Tanıdığım bir grup aydın İstanbul Türkçesi konuşuyordu; "İstanbul Türkçesi’ni Nazım öğretti, biz böyle konuşalım isterdi, biz de öyle konuşur, böyle ders veririz" dediler. Açık oturumda dendiği gibi Doğu cumhuriyetlerimizde kimse Nazım’ı "Moskova’daki komünist rejimin apparatçik aydını" olarak benimsemiyor. Türk şairi olduğu, Türk dilini sevdirdiği için seviyor. Nazım’ın taraftarları idarece izleniyordu; hatta Ekber Babayev davet edildiği halde Türkiye’ye gelemedi (vize verilmediği çok açık). Şair şairdir, edebi açıdan tetkik edelim.
Dr. Stress’i birçok programda beğenirim. Fakat bu sefer doğrusu konuya hakim değildi, o yüzden programı da yönlendiremedi. Nazım Hikmet her milletin tarihinde rastlanan yaralı paragraflardandır, hassas konudur; hakkında çalakalem ne yazılır, ne tartışılır, ne de tartışma yönetilebilir. Bir asırdan fazla oluyor, ama siz Fransa’da Dr. Stress’in benzeri bir dağarcık ve yöntemle Emile Zola üzerine bir program yapabilir misiniz? Konunun hassasiyeti dolayısıyla gürültü kopar. Bu programda; tarafsızlığı, zengin hayat tecrübesi ve bilgece değerlendirmelerine hayran olduğum dostum Refik Erduran’ın çok şeyler anlatacağını ümit ettim, bütün gece bekledim; ama o pek konuşamadı. O dönemi yaşayan birileri daha çağrılabilirdi ve Refik Bey gibi çağdaşları daha çok dinleyebilirdik. Dr. Stress’in oturumu bütün gece sağın solun kördövüşüyle geçti. Niçin meseleleri bilgilice ve bilgece tartışamayız... Korkarım yarın bu tavırla Mehmet Akif’i de tartışmaya başlarız. Oysa bu yöntemle yeni kuşaklara hangi tarihimizi öğretebilir, hangi sorunlarımızı anlatabilir, eğrisi doğrusuyla hangi kültür mirasımızı devredebiliriz...


Devamı bir sayfa ötede...

Robert Anhegger


1980’lerin başında Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin kampusunda tanıştık; "Seyahatnamelerde Türkiye" başlıklı bir ilginç sempozyumda, seyahatname dünyasında Türkler ve Avrupalılar’ın birbirleri hakkındaki tasvirlerini ele alıyorduk. Avrupalı meslektaşlar daha çok Almanca konuşan ülkelerden geliyordu. Sempozyum için sadece Anadolu Üniversitesi’nin değil; başta Gertrude Durusoy olmak üzere (İzmir Ege Üniversitesi) bütün Türkiye’deki meslektaşların yardımından yararlanılmıştı. Bu ilginç konu üzerine bir seminer daha yapıldı; sonra arkası gelmedi, başka bir kurum bu derecede ilgi duymamıştı. Anadolu Üniversitesi Rektörü çok faaldi. Yılmaz Büyükerşen’in öncü sempozyumlar tertipleyip (daha ilginci bunları bastırıp yayımlayarak) üniversitesinin adını duyurmak ve kabul ettirmek gibi zor ama kalıcı bir programın peşine düştüğü anlaşılıyordu.
O ve arkadaşları Eskişehir Ticari İlimler Akademisi’nin eski asistanlarıydı; o şehirde büyümüş, o okulda hayata atılmışlardı, ama ufukları genişti, inatçı ve çalışkandılar. Yılmaz Büyükerşen, 12 Eylül döneminde mesela Konya’dan uzaklaştırılan asistan gençleri üniversitesine alma cesaret ve inancını gösteren tek rektördü. Kim hangi üniversiteden istifa etse "Bize buyur" diye arıyordu. Eskişehir uleması bu tavırlarıyla kazançlı çıktılar. Ankara, İstanbul üniversiteleri aşınırken onlar güçlendi.
O dönem aldığı gençlerin bazıları Eskişehir’deki üniversitede profesör oldu. Anadolu Üniversitesi, değişmeye hazır Eskişehir’i değiştiriyor; tiyatro, orkestra geliyor, güleryüzlü üniversiteye istifa eden hocalar geliyordu. Mezunların iş bulma şansı artıyordu.
İmparatorluğun doğduğu topraklar uzun asırlar kültürel ve iktisadi nadasa bırakılmış gibiydi. Yıkımla birlikte Rumeli’nin 93 felaketi (1877-1878) muhacirleri, ardından 1912-1913 Balkan felaketinin önüne kattığı perişan muhacir kitleleri bu topraklara yerleştirildi. Yıkılan imparatorluk; bozkırda eken biçen, modern ziraat yapan, demiryolunun 1894’te Ankara’ya ulaşımıyla İstanbul’un ekmeklik buğdayını sevk eden çiftçilerin başlattığı bir kalkınmaya tanık oluyordu. Üstelik tarım aletlerine dayalı bir küçük sanayi, tuğla ocakları, kereste ve seramik fabrikalarıyla bir girişim başlıyordu. Ama şehrin ne olduğu, nereye doğru gideceği, kültürel hayatının yapılanması münhasıran kendi hayatlarını düzenlemekle uğraşan bu halk için çok önemli değildi. Ancak Yılmaz Büyükerşen’in nesliyle, bozkırda zenginleşme yanında kültürel atılım da başladı. Anadolu Üniversitesi’nin kurucu eski rektörü ve kentin yeni belediye başkanı tiyatroya olan tutkusuna hala sahip. Amatör yıllarında İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan gelen Halide Pişkin, Behzat Butak, Bedia Muvahhid gibi ağır topların yanında şehrin gençleri utilite kabilinden rollere çıkmış; bunlardan birisi de Yılmaz Bey -"40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra" adlı broşürde Eskişehir’in tiyatro macerası anlatılıyor; baş maceraperest Yılmaz Büyükerşen, kan satarak kurdukları ilk tiyatro bugün eski meyve-sebze halinde kurulan "Haller Gençlik Merkezi"nde devam ediyor. Bu kan satarak kurdukları amatör tiyatro, o yıllarda bütün tiyatro çevrelerinde bir yandan takdir bir yandan latife konusuydu. Kültüre karşı tutkusu olan birey bizde azdır. Batı toplumunda, kilise korosunda, okul tiyatrosunda başlayan tutku bireylerin hayatını sarar. Bizde Altay Vakfı gibi bazı vakıflardaki musiki öğretimi veya Büyükerşen gibi gençlerin tiyatroculuğu, bireyin ve toplumun hayatında "çöle tesadüf eden bir nehir"in akıbetine uğramadan ne kadar devam eder bilemeyiz.
Eskişehir’in yeni Gençlik Tiyatro Merkezi, tiyatro salonları, cafe ve dükkanlarıyla şık bir çevre... Şehirle üniversite arasındaki çapaçul bölge bir kültürel kuşak olarak gelişecek gibi. İhmal edilen Eskişehir’i zengin fakir bütün Eskişehirliler ihmal etmekteydi; artık şehirlerine dikkat etmeye başlamışlar. Yılmaz Büyükerşen; üniversitedeki yılları ve Eskişehir’deki tiyatro kuruculuğuyla tutkulu bir sanatsever ve yönetici örneğidir. Anadolu Üniversitesi, insanın adım attığında bir üniversitede olduğunu hissetiği alan... Büyük şehirlerdeki kapkaççı müteahhitlere yaptırılan üniversite binaları veya İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt bölgesinde yaptırdığı kötü binalarla berbat edilen alanlardan çok farklı.
Yılmaz Büyükerşen’i yirmi yıl önce tanıdım; yirmi yıldır aynı heyecanla, aynı tutkuyla çalışmaya devam ediyor; onun da herkes gibi hırsları ve umutları olmalı; ama onları ön plana çıkarıp partizan toplamaktan çok, işini yapmaya ve bitirmeye çalışıyor; tabii iş bitmiyor, bitmez de, yılmadan yola devam Yılmaz Hoca...


Devamı bir sayfa ötede...

Tarihçi hocanın ardından; Prof. Nejat Göyünç


İstanbul çocuğuydu; çarkçıbaşı olan babasını erken yaşta kaybettiğinden, 1930’lar ve ‘40’ların fakir Türkiye’sinde devletin okullarına sığınmıştı. Kars ve Haydarpaşa’dan sonra bir ara bizim Mekteb-i Mülkiye’de dahi okumuş. Cebeci çayırında İstanbul’un hasretine dayanamadığından birçokları gibi kaçıp, Edebiyat Fakültesi’ne kaydolmuş. İyi ki de kaçmış; yoksa şimdi eski memur ağabeyimize Allah’tan rahmet diliyor olacaktık. Memur diyorum, tabii vali falan olamazdı; zira o çelebi adam bazen eğri gördüklerine herkesten daha şedid biçimde kafa tutardı. Herkesin işine koşar, vesikaları su gibi okur; dindar, tam Üsküdarlı, hoşgörülü; bir yanıyla da Prusya profesörleri kadar katı ve disiplinli, yufkayürekli ama inatçı, hanımların elini öpen bir Tanzimat Osmanlı’sı, hiç kimseye; "rahatsız ettin" demeden sorularını cevaplayan, önüne konan evrağı okuyan (bazı okuması yazması olmayanlar, bu iyi adamın yardımseverliğini epey istismar etmiştir) büyük hocayı, Prof. Nejat Göyünç’ü geçen hafta kaybettik.
Hoca’ya başvuranlar sual eyler; "Efendim II. Viyana muhasarası yıllarında kalelerin durumunu neyleyeyim?"; el cevab: Maliyeden müdevver defterlerde "Büyük Kaleler Defteri"ne bak... Veya arsızca bir talep; "Hocam Makedonya Müfettişlik raporlarına bakıyorum, bunların birlikte mukayesesini yapsak", önündeki işi bırakır, birlikte okumaya oturur... İster Anadolulu, ister Rumelili, ister talebesi ol, ister yedi kat yabancı... İstanbul’da gariplik çeken tarihçi takımı Üsküdar’daki eve davet edilir, eşi Ayten Hanım’ın nefis yemekleriyle bir aile ortamında vakit geçirir. Herkesin meşrebine saygılıydı, kendi oruç tutar, tutmayana çayını ikram eder, sigara içmez, mesela sevimli tarihçi Evangelia Balta’nın üst üste sigara yakmasından hiç rahatsız olmazdı.
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü 1948 yılında bitirdi. Arşivde çalıştıktan sonra 1951’de Mardin’de ortaokula tayin oldu. Mardin’i ben 1964’te gördüm, onun gittiği yıllarda herhalde daha şirin, daha ortaçağ havalı ama daha fakir ve imkansızlıklar içinde olmalıydı. Mutekid ve efendi İstabullu genç; "vah vah geri gideyim" diyeceğine, etrafı hayran hayran tetkik edip, arşiv defterlerini okuyup, Türk tarih literatürüne "16. Yüzyıl Mardini"ni kazandırdı. 1957’de Göttingen’e gitti. Osmanlı metrolojisi (ölçübilim), takvim ve muhasebesini öğrenerek öncü bilgin sayılan Walter Hinz’in yanında doktorasını yaptı. Edebiyat Fakültesi’ne 1962’de döndü ve 1971’de de Ankara’ya, Hacettepe Üniversitesi’ne geçti. Ben kendisini o yıllarda tanıdım. Mesleğini bilen bir uzmandı: Arşiv Genel Müdürü olduğunda hiç değilse okuyucu salonunda çay, kahve, sigara falan kaldırıldı. Osmanlı arşivi asık suratlı değil, sıcak bir araştırma ortamıydı. Personel dünya arşivlerinde rastlanandan daha misafirperverdi. Anadolu’daki tarihçilerin hepsi onun tedrisinden geçti. 15 yıl Uludağ, Malatya, Konya, Boğaziçi üniversitelerini gezdi. YÖK’ün ilk yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde iken, Avusturyalı ve Türk tarihçileri toplayarak tertiplediği "II. Viyana Kuşatmasının 300 Yılı" başlıklı sempozyum, tarihi olaylara hissi değil ilmi yaklaşımın bir örneğiydi. Nejat Hoca, Alman Şarkiyatçı Cemiyeti’ne onur üyesi seçildi, onuruna Armağan çıkarıldı. Çıkardığı Osmanlı Araştırmaları Dergisi onun gayreti ve sevilen kişiliği sayesinde bu dalın en uzun dayanan süreli yayınıdır.
Geçen hafta pazartesi ikindi namazından sonra, sevdiği Üsküdar’dan uğurladık. Son yolculuğuna gönderen renkli cemaat, bir faninin Türkiye’de de sevilmesi ve faydalı olabilmesi için, mutlaka hizipçilik yapmasının gerekli olmadığını gösteriyordu.


Devamı bir sayfa ötede...

Hititbilimin babası; Sedat Alp


Sedat Alp ismi neyi hatırlatıyor? Türkiye’de "ordinaryüs" unvanını taşıyan birkaç profesörden biridir ve arkeoloji ve Eskiçağ dünyası ile ilgisi olan uzmanlar onu saygın bir isim olarak bilir ve birçoğu öğrencisidir. Ama yurtdışında daha çok tanınır. Neden? Çünkü ulusumuzun aydınlarının tarihle ilgisi Yakınçağ’la sınırlıdır. Coğrafya ile ilgimiz ise yaşadığımız ve doğduğumuz şehirde biter. Sedat Alp hoca da, Roma hukukunun saygın ismi, Roma Üniversitesi’nin hâlâ saygıyla andığı, Ankara Hukuk Fakültesi’nin hocası merhum Kudret Ayiter gibi tanımadığımız portrelerdendir. TÜBİTAK’ın son dönemdeki popüler yayınları olmasa halkımız bu seçkin hocasını pek tanıyamayacaktı.
Hititoloji bizim topraklarımızdan bir insanla değil; Çek-Avusturyalı bilgin Hrozny’ın elinde doğdu. Ama kısa zamanda katarı yakaladık. Türk tarihinin dahisi, biz Türklerin zamanlar ve mekanlarda ne olduğumuzu bilmemizi isteyen Cumhurbaşkanımız Atatürk döneminde, işitilmemiş dallarda yetişsinler diye yetenekli gençler Avrupa’ya yollanıyordu. Sedat Alp ve Ekrem Akurgal bunlardan ikisiydi. Daha başkaları da vardı (mesela ünlü bilim tarihçimiz Aydın Sayılı). Tahılla ve tütünle geçinen genç Cumhuriyet bu fedakarlığı yapıyordu. Bu gençlerin bazıları doğrusu "Bu fedakarlığa değdi mi?" diye sordurdular. Kimisi iyiydi, çok iyiydi. Sedat Alp, Hititbilime ve memleketine hizmet eden, yüz güldüren biridir. Ekrem Akurgal hoca da, Aydın Sayılı da öyle...
Hitit tabletlerini bitmeyen enerji ve sabırla çözümledi. Bu dönem Türkiye’nin filoloji ilmine adım atışıdır. Küçümseyecek değiliz, tarih biliminin birçok dalında eskiden beri seçkinlerimiz vardır ama gerçek anlamda filoloji ilminin yöntemlerinde mübtedi (yeni başlayan) bile değildik. Cumhuriyet’in ilk on beş yıllık döneminde sıçrama yaptık. Bazı dallarda sıçrama devam ediyor; bazısında geriledik. Sedat Alp hoca Hitit çağı ve karanlık çağı (MÖ 1200-700) aydınlatacak coğrafi-tarihi bilgileri Hitit metinlerinden çıkardı. Kazılar yaptı (Karahöyük kazısı), bulunamayan ve bilinmeyen antik şehirler hakkında arkeologlara yön verecek bilgileri kaynaklardan çıkardı. Asıl önemlisi, Trova çağına ışık tutacak (zira bu bilgiler tarihin çok bilinmeyenli denklemi sayılan karanlık çağa aittir) Ahiyava sorununa el attı. Akalar, Troya, Anadolu coğrafyasının diğer halkları hakkında sadece Hititologlar değil, başka dallardaki eskiçağ bilimcileri de ondan çok şey öğrendiler. Yakında çıkacak olan "Hitit Çağı Anadolu Coğrafyası" adlı kitabı da çalışmaları derleyen bir "opus magnum-muhalled büyük eser" olacak. Yabancı bilim akademilerine üye seçildi, sahasının öncülerinden olarak College de France madalyasıyla taltif edildi.
Bizim milletin, bizim bilmediğimiz büyük adamları vardır. Bir köşede tunçtan büst gibi sessizce dururlar. Elalem ise onları çelenklerle kuşatarak hürmet eder. Maşathöyük (Zile civarı) kazılarında bulduğu tabletlerin, sahasına önemli bir katkı olduğunu herkes söylüyor.
TÜBİTAK’ın çok ucuza bastığı kitaplar içinde (TÜBİTAK popüler bilim kitapları) çıkan "Hitit Çağında Anadolu" herkesin rahatça okuyup öğrenebileceği ve okunması gereken bir kitap. İlkçağ tarihinde çok az tutarlı eser verdik. Tarih yazımı ve sohbeti bizde yöntemsiz ve sorumsuz gevezeliğe dönüşebiliyor. Bir toplumda sağlam tarih bilgisi ve tarih muhakemesinin var olması için, Eskiçağ tarihini öğrenmek lazımdır. Eskiçağ tarihini, dil ve yazıyı öğrenmesek de okumak ve bu gibi çalışmaları ve sonuç çıkarsamalarını takip etmek gerekir. Eskiçağ tarihçisinin kendi toplumumuzda yetişmesi ise bir kazançtır, daha özgün bir öğretici sayılır. Sedat Alp işini iyi bilen ve öğrencisini iyi yetiştiren bir hocadır. Yurtdışında ve yurtiçinde Hititoloji kürsülerine sahip Türk profesörler bu çabanın ürünüdür. Herhalde bilim tarihimizde bu yönüyle de anılacaktır.


Devamı bir sayfa ötede...

Sultan Mehmed Reşad Han


Bizim tarihimizde pek tanınmayan sevimli ihtiyar, İkinci Meşrutiyet'in kabuğuna çekilen hükümdarı, Sultan V. Mehmed Reşad; dokuz yıl Osmanlı tahtında kaldı. Daha çok Avrupalı meşruti bir hükümdar, bunların içinde de idareye en uzak ve sembolik yetkili birisi olarak değerlendirilmelidir. Kendinden önceki kudretli hakanın karaltısı altında bir güçlü kişilik çizemeyeceği gibi; İttihat Terakki ricalinin devlet hayatındaki tecrübesizliği fakat hakana karşı tahfif edici nazar ve komiteci tavırları onu zor bir yola sokmuştur. Harbin sıkıntılarını gören ve paylaşmak zorunda kalan bir hükümdardır. Her şeyden önemlisi yaşlı ve hasta bir padişah olarak tahta çıkmıştır. Cülus töreni ecdadı gibi Topkapı'da Babüs'saade önündeki altın tahtta değil, Harbiye Nezareti'nde oldu. Bu da bir ananesizlik ve hatta bir skandaldı. V. Mehmed saltanatına tatsız bir şekilde başlamıştı. Universal Roma İmparatorluklarının sonuncusu olan Osmanlı İmparatorluğu bu dönemi ve son imparator kişiliğini II. Abdülhamid'le kapatmıştır. Demokratik olmayan bir ortamda V. Mehmed Reşad son meşruti imparator olarak, saltanatın yıkımına hazırlanmaktadır. Padişah tahta geçtikten sonra imparatorluk Rumeli'de Balkan Harbi faciasını yaşayacaktır. Edirne dahi zorla elde kalacaktır. Akdeniz adaları elden çıkacaktır ve Trablusgarp Savaşı'yla Afrika'daki hakimiyet sona erecektir. V. Mehmed Reşad bu faciaları yaşayan ve darbeyi atlatamayan bir Türk milletinin başındadır ve şimdi Birinci Büyük Harb'e girerken kimse ne ona ne de diğer devlet organlarına danışmamıştır. Ondan istenen halife olarak "sancak-ı şerif"in açılması ve Müslümanları cihada davettir. Müslümanların çoğu sancak altına gelmemişti. Bu sükut-u hayali de milletle yaşayacaktır. Ama vatanın savunulduğu Çanakkale'de, Kafkas'ta o da herkes gibi vatanseverlik duygusuna ve millet şuuruna ulaşan bir toplumun mensubu, devlet başkanı olmakla gurur duyacaktır. Muhtemelen kendi karakterine uymamakla beraber, Çanakkale'deki askerler için kaleme alınan şiire bu nedenle imza atmıştır. Tabii yıkımı ve Arabistan'daki çöküntüyü de gözlemiştir ve kalbi dayanmamıştır. Küçük biraderi VI. Mehmed Vahideddin uçaklarla bombalanan bir payitahtta kılıç kuşanmıştır. İngilizler bu törenin hatrına o gün bombardımanı kesmiştir. Hakan da bunu öngörmüş ve Almanları protesto eder ve İngilizlere bir sempati ifade edercesine "Bugün bombardımanı keseceklerdir" demişti.
Cihan Harbi'nin prova mekanlarından biri Osmanlı memaliki, hatta Türk anavatanıydı. Dönemin politik çekişmeleri ihanete kadar uzanabilirdi, uzandı da. Devlet teşkilatı modernleşiyordu ama partizanlık, usulsüzlük, anane düşmanlığıyla birlikte yapılıyordu. İkinci Meşrutiyet bir darbeci aşırılığıyla başladı. Sorgusuz sualsiz paşaların rütbeleri indiriliyor, bazı subaylar kadro dışı bırakılıyordu. Alaylı diye cahillerin yanında bazı tecrübeli olağanüstü kabiliyette eski komutanlar da atılıyordu. Unutmayalım, Yunan muharebelerinin şehidi Abdülezel paşamız da alaylı takımındandı. Gülünç ve hazin olan taraf; rütbesi indirilen bu zabitler iyi yetiştiğinden bazıları paşa oldular. Cevat Paşa gibi rütbe indirimine uğrayan bazısı yeniden paşa olacak ve tensikata uğrayanlar Cihan Harbi felaketinde yeniden hizmete çağrılacaktı. Bütün bu ortamda padişah hiçbir şeye müdahale etmedi, edemedi. Oysa bu aşırı infiradcılık ve çekinme meşruti rejimle bağdaşmazdı. Her şeyi idare eden büyük biraderin devrinden sonra; saraya gelen kararnameyi imzalamak için telaşla sofradan kalkıp yazı masasına koşuşan küçük biraderin padişahlığı devrine gelinmişti. Küçük birader II. Meşrutiyet'in ilanından sonraki son veliahtlık yılında dahi olmayacak şeylere alkış tutmuştu. Niyazi Bey'in hürriyet geyiğini çoluk çocuk ve işsiz takımıyla gidip ziyaret eden veliahd-ı saltanatı, Sultan II. Abdülhamid hayli hüzünle istihza etmiş olmalıdır. Bu kadar itaatkar karakter ve tavra rağmen; İttihatçılar onu "bunak" diye istihza ettiler, değildi. Cahil diye tanıttılar, bildiğinin farkına bile varamadılar. Halk onu sevdi ama bu saygıdan çok, sevimli ihtiyar, dindar padişaha duyulan sade sevgiydi. Osmanlı padişahı gibi cihanşumul imparator tipi bu milletin ufuklarından silinmiş, tarihe gömülmüştü...
Padişah Haziran 1916'da Rumeli seyahatine başladı. Ayaklanan Arnavutluk, padişahı sıcak bir muhabbet ve hürmetle karşıladı. Meşrutiyet sarhoşluğu çabuk geçti: Kompartımanlar halinde universal bir imparatorluğu teşkil eden Osmanlı milletlerinin vatandaşlık toplumunu meydana getirmesi mümkün değildi. Aslında hiçbir yerde hiçbir toplum böyle ortak bir ideal ve kimlik etrafında toplanamazdı ve toplanmamıştır. Nitekim 29 Eylül 1911'de İtalya Trablusgarp'a ve Bingazi'ye saldırdı. Donanmalarını durduracak bir donanmamız yoktu ama kıyıdan içeri bir adım atamadılar. Libya halkının genç fakat harp sanatını bilir subaylar öncülüğünde (Fethi Enver, Mustafa Kemal) bu saldırıyı durdurduğu anlaşılıyor. Gerçekte İtalya da 1930'lara kadar Libya'ya rahatça yerleşemedi. 1912'de Rodos'u İtalya rahatça işgal etti. 15 Ekim 1912'de Uşi Andlaşması ile İtalya Trablusgarp'ı (Libya) aldı ve adaları ise terk etmedi; başlayan Balkan Harbi bu boşalma projesini geciktirdi ve Oniki Adalar bir daha yurda dönemedi.
* * *
Sultan Reşad gençliğinde sarışın, yakışıklı bir şehzadeydi. Yaşlandıkça kilo aldı. Müzmin hastalıkları arttı. Bacakları kısaydı, zor yürür oldu. Avrupa’dan hekim getirilerek tedavi ettiriliyordu. İttihad ve Terakki sultasından utanacak şekilde çekindi. O yıl Damat Salih Paşa’yı İttihatçılar Mahmud Şevket Paşa davasında suikast cürmü ile itham ettiler. Kurtarmaya cesaret edemedi. Yeğeninin bedduasını aldı. Dokuz yıl iki aylık saltanatında babası Abdülmecid Han hiç idam cezası tasdik etmediği halde, o istemediği idam cezalarını tasdik etti. Devrinde harp sıkıntıyla devam ederken, kendisinden biraz önce vefat eden II. Abdülhamid Han’ın cenazesini uğurlayan halk; bilhassa kadınlar "Hepimizi doyurup, gönendiren padişahımız, bizi bırakıp nereye gidiyorsun!" diye feryatlarla uğurladılar. İttihatçılar son zamanlarda hakan-ı sabıkı karalamaktan vazgeçtiler, hatta Beylerbeyi Sarayı’nda dış politika müşaveresine gittikleri biliniyor. Hiçbiri tahttaki padişaha hiçbir şey sormazdı oysa...
Beş vakit namaz ve ibadetindeydi. Haremde ağalarının saray protokolündeki derecesini düşürdü; saraya ait hatırattan anlaşılan o ki harem halkının eğitimine de önem veriyordu. Tasarrufa riayet ederdi. Rumeli gezisinden önce veliaht dairesinin tefriş ve tamirat talebini, "paramız yok şimdi" diye reddetmişti. Harp içinde saraylılar bulgur pilavıyla doyardı; şikayet etse de buna riayet ederdi. Ama ülkede harp zenginlerinin vurgunu bu görünümle tezat teşkil ediyordu. Ananeye riayet ederdi. Ali Fuat Bey (Türkgeldi), Damat Enver Paşa ile yediği yemekten sonra, "Şu Enver Paşa dediklerine bakın, bamya ile su içti" diye istihza ettiğini kaydeder.
Sultan Mehmed Reşad Han’ın cahil olduğu propagandası yayılmıştır. Değildir. Güzel hattı vardı. Bohepal maharanası kendisini ziyaret ettiğinde Farsça konuşmuştur. Ömür boyu Farsça metinleri okumuş, Mesnevi üstatlarını dinlemiş, güzel dili ilk defa bu şekilde kullanmak nasip olmuştu. 4 Temmuz 1917’de bozgunu görüyordu. Ama feci sonuç henüz ortada yoktu, görmeden bu dünyadan ayrıldı. Eyüp’te (bu beldede tek padişah türbesidir) daha önce türbesi yapılmıştı. Vasiyeti gereği yanına bir ilkokul yapıldı ve Zenbilli Ali Efendi’nin Zeyrek’teki türbesi gibi o da çocuk sesleri arasında son uykusunu uyuyor.


Devamı bir sayfa ötede...

Andreas Tietze


1971 yılı Ekim ayıydı. Viyana’da Şark Tetkikleri’nin (Orientalistik) bulunduğu binanın asansöründe elli yaşlarında birine rastladım. Hiç de Viyana Üniversitesi’nin tafralı ordinaryüslerine benzemiyordu. Şarkiyat bölümüne nasıl gidildiğini sordum. "Ben de oraya gidiyorum, gelin" dedi. Kimi aradığımı, nereye gideceğimi söyledim. On dakika boyu her şeyi, her yeri tarif etti ve gösterdi; enstitüye uğrayan yeni emekli Viyanalılardan biri zannettim. Ertesi gün öğrendim ki ünlü Andreas Tietze imiş; bu kadar tevazu o topraklarda yoktur, doğrusunu isterseniz buralarda da kalmamıştır. Her gün görüşüyorduk; kısa konuşur, boş konuşmaz, her şeyi dinler. O zaman Mustafa Ali’nin "Halat-ı Kahire" ve "Nushat’us Selati"nini yayımlıyordu; mukayeseli okumada ikinci metni takip ederek yardımcı olmamı istedi. Hemen kabul ettim. Ne nimet doğrusu... İkinci sömestr bir "şuera tezkiresi" üzerine seminer veriyordu. Bu hocayla geçen her gün insana yeni bir şeyler öğretiyordu. Sıkıcı Viyana bir anlam kazandı. Türkçe telaffuzunu bizdeki herhangi bir aydınınkinden ayırt etmek güçtü. Ama Türkçe bilgisinin üstünlüğü hemen anlaşılıyordu. Zeki, sistematik kafalı, çalışkandı ama bir de mazisi ve çevresi vardı. Onun okuduğu liseyi bitiren iyi öğrenciyse iki ölü dil (Latince ve Yunanca) ve üç diri Avrupa dilini biliyordu. İnsan Hans Tietze ve Katherina Conrad-Tietze’nin oğlu olunca iki savaş arası Viyana’nın derin sanat kültürünü yutar, Rusçayla lisede tanışır, Arapça ve Farsçaya başlar, ilk İstanbul gezisinde Türkçeyi mükemmel konuşacak kadar öğrenir. Türk dilinin etimolojik lügatini bugün Tietze hazırlıyor. A-E harflerini içeren ilk cilt, Simurg Yayınevi tarafından çıkarıldı.
Bazı örnekler: "Balak" yahut "malak" denen manda yavrusu; "pallak", "pallakos" (gürbüz çocuk anlamında) Yunancadan geliyor. Sadece gemicilik ve balıkçılıkta değil, ziraatte dahi umulmadık dillerden kelimeler var. Türkçe büyük ve hareketli bir kavmin lisanı. Mesela "başta" kelimesi "arpa mamulü ekmek" demek, Rumcada "pasta" ve İtalyancada da öyle. Anadolu’nun bazı yerlerinde ise "arpa lapası" demek...
Tietze hoca, karı-koca Kahane’lerle birlikte "Lingua Franca" adlı gemici dili lügati çıkartmıştı. Türk dili etimolojisinde asıl bu önemli bir adım sayılıyordu. Halen lügatin A-E maddeleri dışında M-N harflerine kadar hazırlanmış. Simurg Yayınevi basacakmış. Lügat ne zaman biter? Şu haliyle dahi önceki etimoloji lügatlerini geçmiş vaziyette. Lügatin değerini zaman ve başvuranların sayısı belirleyecek; asıl tanıtım da o zaman yazılabilir. Yalnız bir noktayı belirtmek lazım, Osmanlı tarihini Joseph Hammer yazdı. Etimoloji lügatini da Viyanalı Andreas Tietze yazıyor.
Tietze ikinci harbin karanlık yıllarında Türkiye’ye sığınmış ve Süheyla Hanım’la evlenmişti. Bu evlilikten Nur, Deniz, Filiz ve İbrahim adlı dört çocukları oldu. 1950’lerde ABD’ye göçtü. Nedeni, üniversitemizin gerçek filolog ve Türkoloğa gereken ilgi ve hassasiyeti göstermemesiydi. Dil-bilim ve dil araştırmaları Türkiye’de en geri kalan alanlardan biri.
Gelecekte İran-Arap tetkikleri gibi gerileyen dalların restorasyonu, Yunan-Latin gibi ihmal edilen dalların geliştirilmesi, Slav-Bizans-Romanj, Yeni Yunan gibi olmayan dalların kurulması gerekiyor. İngilizce ve Fransızca bilmekle Batı kültürü kavranamaz. Limanlardaki hamallar da bu dilleri konuşuyor, Latince ve Yunancasız Batı kültürü anlaşılamaz. Ve illa Türk dili tetkikleri bir düzine dilin bilinmesi ile yapılmalıdır. Çünkü Türkçe, yaygın coğrafyanın özgün bir dilidir. Sevgili Hocam Andreas Tietze’ye uzun ömür ve kuvvet diliyorum. Birkaç cildi bulan etimolojik (köken) lügatinin diğer iki cildi de böylece bitecektir. Özellikle Y harfini yazmak ancak onun becereceği bir iştir; çünkü bu harfteki söz hazinemiz birçok dili sağlam biçimde bilmeyi gerektiriyor.


Devamı bir sayfa ötede...

Arkeolojinin büyük hocası; Ekrem Akurgal


1965 yılında Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin salonlarından birinde ders dinliyoruz. Hiçbirimiz arkeoloji öğrencisi değiliz. Mihmandar olarak yetiştirilmek üzere bir yıllık yoğun bir program izliyoruz. Klasik devir Roma ve Bizans sanatının geçiş sorunları ve üslup özelliklerini anlatan hocanın cümleleri hâlâ aklımda. Az zamanda çok şey öğreten, özlü bir üslup bu. Belli ki kendisi çok şeyi öğrenip özümsemiş. Ekrem Akurgal bütün arkeologlar dünyasında tartışmalı sorunları; betimleyici, ispatlayıcı ve can alıcı noktalarıyla hükme bağlayan bir kişilik olarak tanınırdı.
Bugün artık dünyada kaybolan bir eğitimin ürünüydü. Nitekim aynı dünyada eğitim gören Nusret Hızır’da da benzer özellikler vardı. Roma hukukçusu Kudret Ayıter Hoca ise hukukçu olmayanlara yaptığı yarım saatlik "Roma Hukuku ve çağdaş dünya" başlıklı bir konuşmada zihinleri hukukçu düşünceye ve kurumlara yaklaştırabilmişti. Dünyanın dört köşesinde nice Roma Hukukçusu dinledim, halen de dinlerim. Arkeologlar ve eskiçağ tarihçilerini de tanıdım ama Kudret Ayıter ve Ekrem Akurgal’ın konferanslarını hâlâ hayranlıkla hatırlarım.
Ekrem Akurgal son ordinaryüslerimizden; bu unvanı hak ederek ve hâkkederek (taşa kazıyarak) alan biridir. Dört dilde basılan kitapları ve otorite olan yazarları bir araya getirdiği "Türkiye Hazineleri / Les Trésors de la Turquie" gibi ortak kitapları her yerde peynir ekmek gibi satılıp okunurdu. Çoğunlukla bu kitapları pahalı peynir alamayacak kadar parasız Avrupa aydınları okurdu. Türkiye’nin eski Helen dünyasına karşı bir kompleksi yoktur. O dünyayı en iyi tanıyan adamı bu ülke yetiştirdi. Genç Akurgal’ı İstanbul Lisesi’nden mezun olduğu gün, 1931’de Avrupa’ya arkeoloji okumaya gönderen ülke; incir, üzüm, tütün ve pamuk satarak geçiniyordu. O da çok şey çalışıp öğrenip geldiği ülkesinde İstanbul’u değil, bozkırdaki üniversiteyi tercih etti. 1949’da profesör, 1957’de de ordinaryüs oldu. "Hititlerin Sanatı" (1961), "Homer’den Büyük İskender’e Anadolu Sanatı" (1961), "Orient und Okzident" (Doğu ve Batı) gibi arkeoloji ve sanat tarihi dünyasını yerinden oynatan kitapları tabii ki yabancı dilde çıktı. Bazılarını hâlâ zahmet edip çevireceğiz; neyse ki gençler okuyor artık.
Birçok uzmanın bir köşede unutup birbiriyle ilgisini kuramayacağı arkeolojik buluntuları bir arada değerlendirirdi. Keskin bir görüşle yaptığı bu değerlendirme ile kültür tarihine önemli katkılarda bulundu. Eski Yunan yerden bitme bir mucize değildir, kökleri bu topraklardaki medeniyetlerde yatar. Bu lafı böyle tekrarlamak yetmez; ufak ayrıntılara hakim olup kuvvetli analizlerle ispat etmek gerekir. Bu yetenek ise her arkeolog ve sanat tarihçisine özgü değil. Bilim dünyası Mezopotamya ile Mısır’ı ve bu dünyanın, beşeriyetin tarihindeki rolünü bir asırdır tanıyordu. Anadolu arkeolojisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Onun öncüleri Ekrem Akurgal, Tahsin Özgüç, Nimet Özgüç, Muhibbe Darga, Bahadır Alkım, Klasik Çağ için Arif Müfid Mansel, Kenan Erim gibi hocalar ve onların talebeleridir. Tabii Sedat Alp gibi bir filolog hocayı da şükranla selamlamak gerekir. Akurgal hoca 1980’den sonra Türk Tarih Kurumu’nun üyeliğinden çıkarılanlar arasındaydı. Bu işlemle kurum şanından kaybetti. Seneler sonra TÜBA üyesi yapmayı akıl ettiler. Dünyanın önemli bütün akademilerine üyeydi. Şık giyimi, sakin açıklamalarıyla hafızalardadır; kültür tarihine yaklaşımlarına hücum edenleri, talebe dahi olsa sükunetle dinler ve cevap verirdi. Hülasa, Ekrem Akurgal hoca yazdıklarıyla daha çok yaşayacak, örnek olacak.


Devamı bir sayfa ötede...

Örnek hoca Süreyya Faruki


Süreyya Faruki’yi (Suraiya Faroqhi) ilk defa 1971 yılı sonunda Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde tanıdım. Hint Müslümanı bir hekim baba ile Alman bir annenin çocuğudur. Almanya’da tahsilde öğrendiği Türkçeyi kusursuz konuşuyordu. Genellikle Türkologlar dünyasının üyeleri Türk dilini pek rahat konuşamaz ve hiç yazamazlar. Sebebi de gazete, roman, televizyon gibi araçlarla pek ilgilenmemeleridir. İyi yazmak ve konuşmak mazideki Türkologlara mahsustur. Sanıyorum serbestçe konferans verebilenler tabii ki herkesin hocası Andreas Tietze, Gyorgy Hazai gibi eskilerin dışında bizim kuşaktan Hamid Algar, Süreyya Faruki, Christophe Neumann ve Alan Duban’dir.
Faruki Almanya’da, Hamburg’da Türkoloji ve İslam tarihi okumuş, doktorasını ünlü Bertolt Spuler’in yanında yapmıştı. Türkçe hocası o sıralar orada bulunan Mustafa Canpolat’tır. Kendi ifadesiyle Osmanlı tarihi, özellikle toprak rejimi üzerinde derinleşmek istediğinde; Bertolt Spuler’in sonsuz iddiaları ötesinde çok sathi bir bilgisi olduğunu görmüş. Spuler Almanya’da Ortadoğu Hıristiyan kiliseleri üzerindeki tetkikleriyle bilinir. Kendisi Katolik ve muhafazakardır, çok dil bilir ve daha çok Moğollar üzerinde klasikleşen ünlü eseriyle şöhret yapmıştır. Ama Osmanlı tarihi bilgisi gerçekten delik deşikti.
Süreyya hanım haklı olarak usta bir doktora hocası seçmek için İstanbul’a doğru yol aldı. Ünlü tarihçimiz Ömer Lütfi Barkan’ın kapısını çaldı ve ikinci doktorasını onunla yapmaya başladı. Türkçesi mükemmele ulaşmıştı. O sırada Türkiye’de, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde ders veren Amerikan asıllı Leyla Erder ve Süreyya Faruki’yi, Osmanlıcayı Türk akademisyen akranlarından daha iyi kullanan zengin Türkçeli iki Türkolog olarak tanırım.
Doktorasını tamamladıktan sonra Süreyya hanım, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. Gerek bu üniversite, gerekse Ankara’daki sosyal bilimciler çevresinde iktisadi tarihe meraklı geniş bir talebe ve öğretim üyesi kitlesi vardı. Hepsi Süreyya hanımı ziyaret eder, saatlerce soru sorarlardı. Ama doğrusu Osmanlıcayı öğrenmeye çalışan genç pek göremedim. Bizim tarihçiliğimiz filolojik düzeye ulaşamamıştır.
Süreyya hanım bir müddet sonra 1980’lerde Münih’te görev aldı. Palaspandıras terk ettiği Ortadoğu Teknik Üniversitesi Tarih Bölümü’ndeki derslerini bir müddet için yüklendiğimi hatırlıyorum. Artık seçkin bir yere ulaşan bu tarihçinin Münih’teki yeni görevini kıskanan Alman tarihçileri de biliyorum. Biri bana; "Bu mevki genç Alman alimlerden birine verilmeliydi" demişti. Ben de, "Türkçeniz, Osmanlıcanız ve arşiv bilginiz o derecede mükemmelse niçin olmasın" demiştim. Pek demokrat ve üniversal zannettiğimiz Batı Avrupa’yı daha iyi tanımak gerekiyor.
Birkaç gün evvel Süreyya hanımı sabah 09.00’da aniden Galatasaray Üniversitesi’nin kıyı kahvesinde karşımda gördüm. Beni izlemiş ve bulmuştu. Niçin mi? Çıkartacağı Cambridge History serisindeki vaat edip de geciktirdiğim makalemi hatırlatmak için. "Bu makaleyi yazacaksın ve senden alacağım" diyordu. İşini bu derecede şiddetle takip eden bir meslektaşa hayranlığımı tekrarladım. Ben de dedim ki, "Buraya kadar gelmişken çay içerek kurtulacak değilsin. Şimdi hukuk tarihi dersime girer bir şey anlatırsın, talebeler de seni dinleme şansına erer." Hiç sesini çıkarmadı. O arada bize yanaşan ve Flamancayı burada öğrendiğini anladığım bir öğrencimizle Flamanca da konuştu. Doğrusu Süreyya hanımın Flamancası mükemmel olmalı ama beni sevindiren bizim yeni nesilde böyle garip dilleri dahi öğrenen çocukların çıkmaya başlamasıdır.
Süreyya hanım sınıfa girdi ve akıcı Türkçesiyle hukuk tarihi metinleri ve gerçekler arasındaki tezatlar üzerinde bir saat zengin örneklerle tatlı bir ders verdi. Hoca dediğin böyle olur. Ayrıca o işini ısrarla takip ediyorsa ben de edeyim. Haziran başında tertiplediğim İstanbul’un Fethi Uluslararası Sempozyumu için tebliğ vermeye davet ettiğim ve kendisinden ses seda çıkmayan Boğaziçi Üniversitesi profesörlerinden Nevra Neciboğlu’nu ısrarla aramaya niyetlendim. Nasıl olsa bulurum.


Devamı bir sayfa ötede...

Milli Şair; Mehmet Akif Ersoy


Türkiye Büyük Millet Meclisi 12 Mart 1921 tarihli oturumunda, Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nı "Milli şiir" olarak kabul etti. İstiklal Marşı dünyadaki milli marşların ekserisinin aksine, sade bir üsluptan ve slogan halindeki deyişlerden çok dantel üsluplu bir felsefeyi aksettirir. Heyecan verir ama daha çok da düşündürür. Şair eserini beste için ortaya koymamıştı, nitekim seneler sonra bestelenebildi. Güfte ile beste arasındaki bu zor uyumdan ötürü halkımızın onu hâlâ düzgün biçimde terennüm edemediği bir sır değildir. Galiba zor da olsa onu terennüm etmeyi öğrenmeliyiz. Senelerdir tartışılıyor; sağcı, solcu ekseriyet onu değiştirmeye niyetli değil. Eğer marşı söylemeyi öğrenemezsek konservatuvar korolarının bant kayıtlarına ve hoparlöre muhtaç kalacağız.
Şiirin anlamı büyüktür. İçindeki canhıraş Şark-Garp çatışması modern Türkiye’nin dramını aksettirir. 15’inci asırda Fatih Sultan Mehmet Han’ın temsil ettiği, rahat entelektüellik, komplekssiz Doğu-Batı sentezini 20’nci asrın başındaki Türklerin taşıması mümkün değildir. Her şeyimiz bugünkünden kat kat gerideydi; o günün Avrupa’sı da bugünküyle mukayese edilemeyecek yüksek yerdeydi. Bizim dönemimizin aydınının durumu; ıstıraplar, ikirciklenmeler içindeki Mehmet Akif asrının Türküne göre çok daha umutlu ve atılgan bir noktadadır ama toplumsal bilinç, ulusal sorumluluk açısından çok daha beter bir gençliğimiz vardır.
İnsanlar şiir okumuyor. Şiir okumalı ve düşünmeli; o zaman Mehmet Akif gibi şairlerimiz olacak. Tabii bunlar dünkü Mehmet Akif gibi olmayacak. Benim dediğim değişen Türkiye’nin anlaşılması. Zamanını ve zeminini anlamayan bir aydın sınıf önderlik yapamaz. Türkiye’nin 20’nci yüzyılda toplumumuzu etkileyen büyük şair ve düşünürleri birbirini takdir ederdi. Nazım Hikmet, "Akif büyük adam, inanmış adam" derdi. Süleyman Nazif, Akif hayranıdır. Mehmet Akif’in şiirlerini herkes çok farklı biçimde yorumlar. Hatta birkaç manzumesi dışında iyi şair değil diyenleri duydum. Tabii yanlış; aksine Mehmet Akif çok matematik yetenekli bir şairdir. Şair sadece Türk şiirini değil İran şiirini de çok iyi bilirdi. Bir şairin müzikal kulağını ne mertebeye yükselteceğinin iyi bir örneğiydi. "Acem Şahı"na başlıklı olup; İran meşrutiyet hareketini kanla bastıran İran şahını ve yöneticileri yerdiği şiirde bu nitelik görülür.
TBMM’nin ilk devre genç katiplerinden ve edebiyat muhitinin üstadı Akif’in dostu merhum Mahir İz hocanın hatıratında da görüyoruz; Ankara’nın uzun kış gecelerinde herkes Mehmet Akif’in sohbet ve derslerine heves ve iştiyakla devam edermiş. Taceddin Dergahı’nda oturduğu bir odasına gelen mebuslar ve genç bürokratlara Akif, İran şiirini; Sadi, Hafız ve Firdevsi beyit beyit okuyup şerhedermiş. İran şiirine olan derin vukfuna rağmen bu bitmeyen idman ve tekrarlama beşeriyetin o büyük anıtına olan sonsuz sevgisinden kaynaklanıyordu.
Bu hafta 12 Mart’a rastlayan çarşamba günü, TBMM milli şairin millete olan hediyesinin yani İstiklal Marşı’nın 82’nci yılını bir açık oturum ve törenle kutladı. Bu önemli bir olaydır ve yüce Meclis’in ilk dönem mebusuna duyduğu şükranın bir ifadesidir. Mehmet Akif’in TBMM’de pek aktif bir üye olduğunu sanmıyoruz. Mete Tunçay’ın Meclis zabıtlarından yaptığı tespite göre hemen hemen hiç söz almamıştır. Sadece katibin kanun başlığını memurin (memurlar) olarak değil de memureyn (iki memur) diye okumasını tashih etmiş; "Evladım memurindir, memureyn olsa fıstık üzümle besleriz" demiş. Zamanın ünlü hatibi Hamdullah Suphi (Tanrıöver)’nin kürsüde defalarca alkışlarla okuduğu ünlü şiirini bile kendisi okumamıştır ama işgal İstanbul’undan Ankara’nın mücadeleci havasına sığınmış ve milletvekili olarak Anadolu’da halkı heyecana getirecek konuşmalar yaparak, camilerde hutbeleri dinleyip müdahalelerde bulunarak şehir şehir dolaşmıştır. Mehmet Akif inancın verdiği enerjiyle fakir yaşayan ama zengin bir manevi miras bırakan bir neslin önderidir. Marş sayesinde hak ettiği 500 lira mükafatı almamıştır, borç para ile gezmiştir. Türkiye’nin 20’nci yüzyıl başı sağda solda böyle insanlarla doludur.
Törende Millet Meclisi Başkanımız Bülent Arınç irticalen bir konuşma yaptı. Noktasını virgülünü aksatmayan iyi bir hatip ve Mehmet Akif’le belli ki hayatının bir döneminde yoğun olarak uğraşmış. Kültür Bakanı Dr. Hüseyin Çelik edebiyat tarihi doçentidir. Bu manzara hoştu; hükümet erkanı mebuslar milli şairi biliyor. Kültürlü milletler edebiyat ve tarihi sadece uzmanlara bırakmaz; yöneticiler, askerler, hekimler, hocalarca bu gibi büyük adamları ve onların mirasını bilirler ve söyleyecekleri vardır. Toplumsal bilincin eridiği, insanların televizyon karşısında kurudukları, gençlerin "Nereye olursa olsun" diyerek kaçtıkları bu ülkede Mehmet Akif’lere muhtacız.


Devamı bir sayfa ötede...

İstanbul’un efendi hemşehrisi; Kevork Pamukciyan


Aslen Sivaslı bir aileden gelen Üsküdarlı Kevork Pamukciyan (1923-1996) üstadın makalelerini Aras Yayıncılık, Osman Köker’in marifetiyle derliyor ve yayımlıyor. Kevork Pamukciyan ile yüz yüze çok geç tanıştım; ilk görüştüğümüzde ailedeki bir vefat üzerine taziyette bulunanlara tek tek mektup yazıyordu. Yüze yakın mektup yazmış. Türkiye’de nadir rastlanan, yazmaya doyamayan bir okumuş adamdı. Her zaman için mütevazı, son derece de etikete riayet eden ve mümkün mertebe güler yüzlü biriydi. Bu şehirde artık göremediğimiz efendilerdendi. Öldüğü vakit birçok insan gibi içten vah vah çektim. Ama asıl önemlisi ondan kısa bir süre önce Kuzguncuk’ta yanan evine yanmıştık. Birçok yazı ve notu, temin ettiği belgeler ve nadide kitapları bu evde kül olmuştu. Ahşap evin seyri hoştur ama İstanbul kültürü yanan evlerle erimiş gitmiştir.
Kevork Pamukciyan üstadı ben de birçok yaşıtım gibi Reşad Ekrem Koçu’nun "İstanbul Ansiklopedisi"nin sahifelerinden tanıdım. Bu ansiklopedinin sahifelerinde onun kaleme aldığı Ermeni ünlülerinin portrelerinin, ciddi biyografik araştırmalara dayandığı ilk bakışta anlaşılır. Söylentileri belgeyle sınıyordu; abartma veya yerme gibi amatörlere has ayarsızlıktan uzak bir üslubu vardı. Ansiklopedi, "E" maddesine gelince Kevork beyin Reşad Ekrem Koçu’nun ansiklopedisinden ayrıldığının resmen ilan edildiğini okuduk. Bu ansiklopedide iki noksan vardır; "Ermeni" maddesine gelindiği halde Ermeni kiliselerinden bahis yoktu. Maddenin karşısında; "bakınız Surp maddesine" diyordu. Anlaşılan Kevork beyin o kadar iyi tanıdığı ve hakkında dosyalar derlediği İstanbul Ermeni kiliseleri dosyasını Reşad Ekrem bey alamamıştı. İşin garibi patrikhane de kiliseler hakkındaki tarih yazımını sonraki yıllarda Kevork Pamukciyan’a vermemişti; dolayısıyla en önemli konuyu Kevork beyin kaleminden terkip edemiyoruz.
Biz hepimiz bu toprağın insanlarıyız; meziyetlerimiz ve kusurlarımız da müşterektir; işi ehline vermemek de bu kusurların başında gelir. "İstanbul Ansiklopedisi"ne dönelim. "Ermeni" maddesini yazan Reşad Ekrem Koçu, Kevork beyin adını hürmetle anıyor, yalnız artık ansiklopediye yazı vermediğini, niçin küstüğünü anlamadığını yazıyordu. Galiba niçin küstüğü açıktı. "Baronyan" maddesinde Pamukciyan’ın methettiği bu tiyatro ve mizah yazarını, aynı maddenin sonuna koyduğu bir notla Reşat Ekrem bey; "Beş para etmez biri" diye zemmetmişti. Herhalde Kevork beye rakip olan bir bilgiçi (!) dinleyip bu notları ilave etme yanılgısını göstermiş, Kevork bey de haklı olarak ansiklopediden çekilmişti. Bıkıp usanmadan, İstanbul semtlerindeki Ermeniler, Ermeni sanatkar, bilgin, devlet adamı ve uzmanlar hakkında not topladı ve neşretti. Bunları okuduğu zaman herkesin Osmanlı Ermenileri hakkında derin bilgi edineceği, en azından itidalli bir yorum sahibi olacağı açıktır.
Kevork Pamukciyan iğne ile kuyu kazar gibi notları toplar ve eksik görünen bilginin peşini kovalardı. Bu sabır az rastlanan cinstendir. Aras Yayıncılık geçen yıldan beri bu yazıları derleyip tasnif ederek yayımlamaya başladı. Serinin başlığı "Ermeni Kaynaklardan Tarihe Katkılar", ilk kitap ise "İstanbul Yazıları"dır. İstanbul semtleri (mesela Beşiktaş), kurumları (mesela Darphane) gibi ilginç makalelerden oluşuyor.
Serinin ikinci kitabı Kevork Pamukciyan’ın ihtisası olan ve Turgut Kut gibi araştırmacıları da yetiştirdiği "Ermeni Harfli Türkçe Metinler" üzerinedir. Tıpkı Rum-Ortodoks rahip Meletios Sakulidis’in, Yunan harfli Türkçe (Karamandlica) metinlerin uzmanlığını yapıp toplaması gibi, Kevork bey de kalabalık sayıdaki Ermeni harfli Türk literatürünü topladı. Bu konuya Robert Anhegger gibi bazı araştırmacılar da katkıda bulunmuştur ve Türk edebiyatını aydınlatan birtakım önemli metinlerin Ermeni harfleri ile kaleme alındığı biliniyor. Üçüncü cildin muhtevası binlerce mezar taşı kadar arşivleri tetkik eden Kevork Pamukciyan’ın; İstanbul Ermenilerinin önde gelenleri ve Ermenilerin oturduğu semtler üzerindeki makalelerini ihtiva ediyor. Dördüncü cilt ise gene biyografilerden oluşacakmış.
Kevork bey dilini çok iyi bilirdi; dinine de bağlıydı. Zaten patrikhaneye hayatını vakfetmesi bunu gösterir. Ama Türk edebiyatına ve diline de bağlılığı yazdıkları ile ortadadır. Saygıyla ve minnetle anıyoruz. Kevork Pamukciyan’ın bütün Türkçe ve hatta Ermenice eserlerinin çevrilerek yayını bir kazanç olacaktır. Aras Yayıncılık’ın bu faaliyeti tarihe soğukkanlı ve bilimsel yaklaşıma bir örnektir.


Devamı bir sayfa ötede...

Mütevazı virtuoz: Ayla Erduran


Türkiye'de Batı müziği Musiki Muallim Mektebi veya Harika Çocuklar Kanunu ile yer tutmaya başlamış değil. Daha 19'uncu yüzyıl başında, kendisi de alaturka usta bir bestekar olan II. Mahmud'dan beri Batı müziği kurumlaşarak Türkiye'ye girmiştir. Batı müziği dalında beste yapan Sultan Abdülaziz, V. Murad gibi padişahlar ve Halife Abdülmecid gibi hanedan üyeleri vardır. Aslında bu Batı müziği dediğimiz sanat Batı'da da, bizimkinden daha yaygın olsa da, toplumun belirgin kesiminde dinlenip icra edilir. Eğitimi zordur. Dinlemeye alışmak lazımdır. Batı müziği dünyaya, İtalya'dan başlayarak, Batılı ülkelerin hediyesidir ama kesinlikle ulusal değildir, evrenseldir. Her toplumun dinleyip sevebileceği ama herkesin ne kadar benimseyeceği tartışılır bir sanattır.
19'uncu yüzyıl Osmanlı toplumunda dar bir kesimin sanat hayatına ve devlet protokolüne hapsedilmiş bir daldı bu... Gerçekten Cumhuriyet dönemi yönetimi Batı musikisini yaymak istedi; bu bir idari düsturdu. Büyükelçilikler Türk virtuozlarını, orkestra şeflerini ağırlamak zorundaydılar. Gerçi bu görevi seve seve yerine getirmişlerdir. Hatta, bulundukları ülkede Türk sanatçıları için mümkünse konser örgütlemeye gayret ederlerdi. İzinle ve tahkikatla olsa da komünist Rusya'ya ve Doğu Avrupa'ya konser için sanatçı, hatta eğitim için öğrenci yollamakta pek tereddüt etmemişlerdir. Oysa, aynı nimet ve inayetin tarihçiler, dilbilimciler ve hatta matematikçilere ihsanı söz konusu değildi. Harvard Üniversitesi'nin Rusya uzmanları Moskova'daki Eski Belgeler Merkezi Devlet Arşivi'nin okuyucu salonunu doldurur, bol bol fotokopi alırken, biz böyle bir çalışma için Sovyet Rus vizesini değil, Hariciye Vekaletimizin onayını bile hayal edemezdik.
Müziğe dönelim. Parasız Cumhuriyet, Batılılaşmaktan çok dünyayı fethetmek niyetindeydi. Bu doğru bir yaklaşımdı. Tahıl ve incirden, tütünden gelen dövizlerle Avrupa'da büyük üstatların yanında gençleri, hatta dahi çocukları yetiştirme gayretindeydik. Bir dönem Ankara'daki Devlet Konservatuvarı Nazi Almanya'sından ve Orta Avrupa'dan kaçan ünlü mülteci sanatçıların sığındığı ve hocalık yaptığı cihanşümul bir kurum oldu.
1940'larda Türkiye'nin yetiştirdiği en ünlü virtuozlar arasında Ayla Erduran göze çarpıyor. Hatta bazıları için Ayla Erduran en iyidir. Bana göre, bu zarif insan sadece sanatının önde geleni değil; bir aydın Türktür. 1960'lardan beri onu hep dinler; görür ve hissederdim. Müzik hocalarının zorla konser salonuna götürdüğü gençliğimize Batı müziğini sevdirmiştir. Hırçın üsluplu ama uçarı olmayan ciddi bir sanatçıydı. Hakikaten kendini kemanına ve icra ettiği sanatçıya kaptırırdı.
Son yıllarda şahsen tanıştım ve görüşmek mümkün oldu. Gerçekten mütevazı, samimi bir kişilik ama muhtevaca yüklü bir aydındır. Mesela bizde Batı müziği çevrelerindeki ucuz bir alaturka müzik düşmanlığı gibi nedeni pek anlaşılmayan bir tutuma iltifat etmez, gene Donizetti Paşa'nın padişahlar için basit besteler yaptığı ve onların imzasıyla piyasaya çıkardığı gibi mesnetsiz ve vesikasız yorumlarda bulunmaz. Ciddi insan her alanda ciddidir. Ayla Erduran, Türkiye'de mazide ve halde var olan kültürel kurum ve kalıplara karşı saygılı ve meraklı bir bakış ve yaklaşım içindedir. Bu alanda şaşılacak derecede bir bilgisi vardır. Meslektaşları hakkında cömertçe iyimser yorumları vardır; pek yetenekli olmayanlar için de "İyi bir öğretmen olabilir" gibi müşfik yorumlarda bulunur. Zaten biliyorduk ama Evin İlyasoğlu'nun "Ayla'yı Dinler misiniz?" adıyla kaleme aldığı ve üçüncü basımı yapılan kitapta daha fazlası yer alıyor. Dünyayı gezen ve el üstünde tutulan bu sanatçımız; İstanbul'un geleneksel muhitlerinde rastlanan (daha doğrusu artık pek rastlanmayan) mütevazı, sevecen bakışlı, merakla dinlemeye hazır, mahfiyetkar insanlardandır. Yenilik onu heyecanlandırır. Geçen ayın başında İstanbul Arkeoloji Müzesi bahçesindeki konserde Emre Aracı, Halife Abdülmecid'in bir ağıtını seslendirdiğinde o da herkes gibi; bu yeni bulunan eseri ilk defa dinliyordu. "Ben bunu ilk konserimde seslendireceğim" deyişinde adeta "İsterim de isterim" diyen bir çocuğun temiz heyecanını gördüm.
Ayla Erduran büyük sanatçıdır, İstanbul hanımıdır ve Türklerin aydınıdır. Evin İlyasoğlu bence bazı zaruri konuları ele almasa da, onun rahatça okunan bir biyografisini kaleme almış. Bir de bazı konularda daha detaylı tarih vermek ve vesika zikretmek gerekiyor; ne de olsa bu bir biyografi çalışması ve geleceğin tarihçilerine kaynak olabilmeli.


Devamı bir sayfa ötede...

Valinin ölümü; Recep Yazıcıoğlu


Sürmene'nin köylerinden Yılmazlar, eski adı Holomezire... Karadeniz'in sevimli, çalışkan ve hareketli bir halk topluluğu orada yaşıyor. Tabii dindar bir köy. Benim bildiğim üç-dört tane din adamı bu köyden yetişmiştir. Türkiye tarihinin en genç Diyanet İşleri Başkanı Sait Yazıcıoğlu hoca ve sonra Yazıcıoğullarının ve doktor Hasan Karaman'ın müftü babaları ve nihayet Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan Dr. Niyazi Kahveci... Çocuk okutmaya meraklı bir köy; gençler zeki, çalışkan... Köyün havası, suyu, yiyeceği temiz... Bu çizgilerin dışında köy halkının bir ortak özelliği var; köyün gençleri merhum maliye bakanı Adnan Kahveci ve vali Recep Yazıcıoğlu gibi harama el sürmeyen takımdandı. Demek ki, bu cemaat namusu, bir anane teşekkülüne neden oluyor ve insanlar dürüstlüğü, her şeyden önce ailede ve köyde öğreniyorlar.
Sürmene'nin bu müstesna çocukları, muhalif ve muvafık, kendilerinin hiç tanımadığı on binlerin sevgisini kazanıyorlar. Valiye ve Adnan Kahveci'ye ağlayanlar her sınıftan ve her partidendi. Acul davranışları her ikisini de trafik canavarına kurban etti.
Vali Yazıcıoğlu özgün ve özgür bir Anadolu çocuğuydu. İnsanların dikkatini vali olmanın ötesinde daha çok çekti. Ankara'ya geldiği zamanlardan birinde, mutlaka dersime davet ederdim. Sınıfa bütün Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin talebesi doluşurdu. Belli ki mesleğinin model kişiliğiydi. Kaymakam ve vali Recep çok çalışırdı. Tembel ve işe yaramaz adamımız çok olduğu için Recep Yazıcıoğlu dokunulmazlık kazanmıştı. Hiç kimse, gece ve gündüz, karada havada ve suda nazır bu valiyi harcayamazdı. Erzincan köylerine gittiğimizde halk valiyi karşılamak için arabanın önüne yığılır. Vali Recep ise ele avuca sığmaz, çoktan baraj gölüne dalmıştır, onları sudan selamlar. Şimdi dağın tepesindeki bir köydeyken, biraz sonra yamaç paraşütüyle ovadaki köyde biter. Devlet bütçe mi vermiyor, ziyanı yok; imece ve bağış yoluyla azgın ırmağın üstüne köprü yapılır. Orduevleri çok mu lüks? Kıskançlık yapacağına polise de aynı derecede lüks ev yapmaya bak. Öğretmenevi de onlar kadar lüks olmalıdır, işe girişilir.
Bulunduğu vilayetlerde memurun her sınıfını mahrumiyetten kurtarmak, onlara seviyeli bir yaşam vermek düsturuydu ve bunu başardı. Kemaliye'nin, yani eski Eğin'in dünyadan kopukluğunu sona erdirmek için tamamen halkın katkısıyla dağları delmeye başladı. Erzincan en kısa yoldan Sivas'a kavuşacaktı. Ben gittiğimde, dağın delinmesine pek az bir şey kalmıştı. Bu tünelin adı "Yazıcıoğlu" olmalıdır.
Vali konuşmaktan ve anlatmaktan yorulmazdı. Yazmaya da hiç üşenmezdi. Dahası var, insanları keskin zekası ve hırçın Karadeniz üslubuyla ikna etmeye de doymazdı. Gittiği vilayetlerde, yerel halkın en ilginç kişiliklerinden oluşan bir çevresi vardı. Vali ulaşılmaz adam değildi; elverir ki, saçmalamadan, yalan söylemeden, çalıp çırpmadan yanına gelin. Genç yaşında vali oldu. Çalıştı, merkezle de didişti çevreyle de...
Devlet-i Aliyye'miz eski bir imparatorluktur. Çok badireler geçirmiştir. Hele geçen asırda çok büyük valilerimiz olmuştur. Bu asırda da olmuştur. Recep Yazıcıoğlu ise hepsinin içinde cıva gibi oradan oraya koşuşan, kendine özgü, deli dolu biri olarak anılacaktır. Cenazesinde sağcısı solcusu, köylüsü şehirlisi, yaşlısı genci, binlerce insan vardı. Bizim millet kendisi için didineni sever.


Devamı bir sayfa ötede...

Özel müzeciliğin öncüsüydü; Sevgi Gönül


Tanıştığımız günü unuttum; kısa bir görüşme idi. Bizde yermenin ve tabasbusun ölçüsü yoktur. Etrafında gezinen bir dolu kız arkadaşı kadar, kıskananı da çoktu. İnsanları düşman edecek bir yapıda değildi; buna rağmen bazı münasebetsizler bana kıt akıllı(!) ve bilgisiz bir Sevgi Gönül'den söz ettilerdi. Bu münasebetsizler sayesinde hayatın en lezzetli sürprizlerinden birini yaşadım. Önce zeki ve mizahta sınır tanımayan bir kişilikle karşılaştım.
Doğan Gönül'le bir arada olduklarında bambaşka bir mizah dalgası ortalığı sarardı. İnsanların özgür ve samimi dostluk kurmaları kadar hoşluk yoktur; birine güvenmek için birlikte gülmeye başlamanız lazım. Zaman geçtikçe Sevgi'nin birtakım konuları bildiğini ve okuduğunu gördüm. Bilmediklerini de dinler ve anlardı. Türkiye üst sınıfında ve hassaten aydınlarımızda olmayan bir vasfı vardı; çocuklar kadar hayret ve saflıkla dinler ve öğrenirdi, merakı derindi. Sabırlıydı. Bir tam gün Londra'da Meksika Aztekleri ardından Lord Byron ile ilgili iki sergi gezdik. Bilmediği konuya takılmasıyla saygımı kazandı. Üstüne bir mücevher müzesini birlikte gezdik, bilgisine hayran oldum. Doğrusu mücevhere bayılırdı ve herkes bilir ya üzerinde bir servetle gezerdi. Ama herkesten bir farkı vardı, taşlarla konuşmayı öğrenmişti; gereği neyse kendi istediği gibi değil, mücevherlerin istediği gibi takıp takıştırırdı.
Dostluğumuz Sadberk Hanım Müzesi'ndeki konferanslarım sayesinde devamlılık kazandı. Sonra bir Bizans-Osmanlı İstanbul'u kongresi tertiplemeye kalktık; gerçekleştiremedik. Bu kongre onun adına mutlaka düzenlenmelidir. Kelime oyunlarına dayalı nükteleri severdi; bir haylisini de kendisi uydururdu. Yeğeni Ömer Koç ile Kavuklu ve Pişekar misali ilginç diyaloglarına şahit olduk. Ailenin "asi kızı" rolünü benimsemişti ama ablası Semahat hanımdan da çekinmekten vazgeçmemişti. Bu onun gelenekle özgürlük arasında kurduğu usta bir dengeydi. Bir tekne gezisinde; yurtdışında yaşayan ve Çengelköy Lisesi'ni "Bu neydi?" diye gösteren arkadaşına; "Kız ne çabuk unuttun buraları" diye çıkıştıydı. Ağır hastalıkla boğuştuğu zamanlar da dahil Sevgi Gönül'ün takılmaktan ve gülmekten uzak kaldığını hiç görmedim. O günlerde dahi gülmek dışında ciddi şeyler dinlemeyi de severdi.
Etrafındakilerden farklı bir giyim tarzı vardı; daha çok İtalyanlara yakındı, parlak sıcak renkleri oturtmayı ve yakıştırmayı bilirdi. Ülkemizde özel müzeciliği başlattı sayılır. Bazılarının arasıra şıklık olsun diye katıldığı beynelmilel müzayedeleri izlemeyi, o düzenli bir görev haline getirdi. Herhangi bir yerdeki Selçuklu, Osmanlı ve Anadolu eserlerinden anında haberi olurdu. Ardından ya kendi kesesiyle oraya koşar ya başkalarını örgütler ve o eser mutlaka satın alınırdı. Sevgi Gönül sayesinde beynelmilel müzayedelerde Türk eserleri değer kazandı. Çalıntılar ortaya çıkamaz oldu ve o sadece koleksiyoncularla değil, devletlerle dahi çekişmeye başladı. Bu önemli bir katkıdır. Nitekim Katar şeyhinin emriyle Katar Müzesi'nin çıkardığı İznik çinileri kataloğu; bu alana olan katkılarından dolayı ona ithaf edilmiştir.
İstanbul sadece zengin sanayici ve işadamlarının değil, eski eserlere ve sanata da bağışta bulunmaya başlayan bir zümrenin şehri olduysa, bu ortamı hazırlayanların başında Sevgi Gönül gelir. Bundan sonraki safha; halkı ve özellikle gençleri müzecilik ve eski eser faaliyetine çekmektir. Buna ömrü yetmedi, haleflerinin ve dostlarının bu alanda yoğunlaşmasını bekleriz.


Devamı bir sayfa ötede...

Sarayın "kethüda hanımı"; Nazan Ölçer


Hanımların yaşı söylenmez derler ama 61 yaş kanunu yürürlüğe konduğu için bu yasa kendiliğinden delindi. Geçen hükümetler 16 yıldır müzelerimize uzman adayı asistan almamışlar; sınav açılıp kurslar tertiplenmemiş. Bu yüzden emeklilik furyasından sonra dünyaca meşhur müzelerimizi kimin yöneteceği çok önemli bir sorun olarak ortada. Bazılarının kolay tarafından; "Kendi adamlarını yerleştirecekler" lafı sadece laf. Kimsenin yerleştirecek adam bile bulamayacağı açık. İbrahim Paşa Sarayı da denen Türk-İslam Eserleri Müzesi'nde geçen salı bir emeklilik resepsiyonu vardı. Müdürlerini uğurlayan personelin kendileri de emeklilik sırasında. Türk-İslam Eserleri Müzesi'nin genç emekli müdürü veda konuşması yaptı; "Yeni bir müzeye ve Sabancı Üniversitesi'ne geçiyorum, projeler çok ve 61 yaş sınırını tanımıyorlar. Son sürat yola devam" dedi. Allahtan Sadberk Hanım, Rahmi Koç, Sabancı gibi müzelerin ortaya çıkması bu değerli uzmanların yola devamına yardım edecek. Adı Nazan Ölçer (Caferoğlu). Babası Türkiye'nin dış dünyada tanınmış Türkologlarından ve 1917 devriminden sonra memlekete sığınmış Azerbaycan aydınlarındandı. Prof. Caferoğlu'nun halılar üzerine inanılmaz bir bilgisi olduğu malumdur. Kızı Nazan onun yanında çekirdekten halı uzmanı olarak yetişti, Avusturya St. George Lisesi'ni bitirdi; kuzeyden ve Kafkasya'dan göç eden bütün aydınlar gibi Prof. Caferoğlu da kızının Almancayı ilmi dil olarak öğrenmesine dikkat etmişti. Elan sanat tarihi, tarih ve felsefe gibi dalların vazgeçilmez dilidir. Sanat tarihi eğitimini ve doktorasını Münih Üniversitesi'nde Prof. Hans Joachim Kissling'in yanında yaptı ve bitirir bitirmez sevdiği İstanbul'a döndü. Süleymaniye Camii'nin külliyesinin imaret kısmında yer alan Evkaf-ı İslamiye Müzesi; İkinci Meşrutiyet yıllarında Anadolu'dan ecnebilerin halı, minder, çini ve madeni eşya çalıp ortalığı kurutmalarından bizar olan Türk münevverlerinin, en başta Halil Ethem beyin gayretleriyle kurulmuştu. "Kalan halıları bari kurtaralım" düsturu nedeniyle müzede halı uzmanlarının yetişmesine dikkat ediliyordu. Nazan'ın halı bilgisi doğrusu çarpıcıydı, çalışkandı, meraklıydı, literatürü kullanmayı biliyordu. 1960'lar Türkiye'sinde üç dile hakim nadir uzmanlardandı. 1978'de Türk-İslam Eserleri Müzesi'nin müdürü oldu. Müze dar bir mekandan Sultanahmet'teki İbrahim Paşa Sarayı'na taşındı. Sadrazam sarayını çekip çevirdiği için de biz o tarihten itibaren kendisine "kethüda hanım" diyoruz. Taşınırken devlet tahsisatına bakmadı. Birçok eşyayı kendi arabası ve eş dost yardımıyla taşıdı. Arada Emirgan'daki Şerifler Yalısı'nı dondurmacı yapmak isteyen zihniyetle mücadele etti. Türkiye'nin derdi sağda ve solda yuvalanan hödüklerdir. Ailedeki politik kültürü nedeniyle o erken olgunlaşmış görünüyor. Türkiye'nin değerli aydınlarına siyasi görüşlerine bakmadan saygı duydu ve yardımlarını aldı. İbrahim Paşa Sarayı bir mezbelelikti. Devlet bütçesinin dar imkanlarından şikayet etmedi. Sevildiği İstanbul muhitinin bağışlarını müzeye yöneltti. Sadece İstanbul'un mu? Avrupa müzeleri bu zeki ve bilgili müdireye hayrandı. Hepsinin destek ve itimadını kazanmıştı. İlk defadır ki onun sayesinde Avrupa müzelerinden gelen malzeme ile sergiler açılmaya başlandı. Böylelikle, New York, Paris, Londra halkı gibi bizler de dünyanın güzellikleri karşısında bayılmaya başladık. "Venedik camları", "Tarihte ayakkabı", Polonya müzelerindeki Türk eserlerini teşhir eden "Savaş ve Barış Sergisi" ve hâlâ unutamadığımız muhteşem bir halı sergisi bunların bazılarıdır. Mükemmel katalogları hazırlanan bu sergiler Türkiye müzeciliğini yeni bir çağa taşıdı. Galiba bundan sonra özel müzelerde, Nazan Ölçer bu gibi derleme koleksiyonları teşhir edecek. Topkapı Sarayı'nda eski yazmalar uzmanı olan Filiz Çağman'ın müdürlüğü ve doktor Nazan Ölçer'in İbrahim Paşa'daki müdürlükleriyle, bu şehr-i İstanbul çağdaş kültür hayatına geçişte önemli rol oynayan iki büyük İstanbullu tanıdı. Filiz Çağman ve Nazan Ölçer bu ulusun fahri olan iki uzmandır. Nazan Ölçer, İstanbul'un en zevkli evlerinden birine sahiptir. Bu babadan kalma bir entelektüel birikimin eseridir. Sevgili dostumuz, Avrupa'nın büyük müze müdürlerinden Nazan Ölçer'in yakın gelecekte de yeni üniversitesinde ve müzesinde İstanbul'a hizmet edeceğine eminiz.


Devamı bir sayfa ötede...

Büyük şarkiyatçı: Claude Cahen


Türk toplumunda her geçen gün yeni tartışma konuları ortaya çıkıyor; "oryantalizm" denilen şarkiyatçılık da bu aktüel tartışma konularından. Biz maalesef bu gibi tartışmaları zengin malzeme kullanıp etraflıca düşünerek yapmayız. Eski ve yeni moda, şarkiyatçılığın bizim tarihimizi ters yorumladığına inanmaktır. Bu görüşün haklı yanları yok değil; ama sloganlarla Avrupalı şarkiyatçıları karalamak ve her birini aynı kefeye koymak bilgisizlikten doğan bir yanlışlıktır. Avrupa şarkiyatçıları arasında sıradan adamlar vardır, etraftaki önyargılara hizmet ederek geçinmeye çalışırlar. Muhteşem bilgili mütebahhir adamlar vardır, ne yazık ki kolonyalizmin hizmetinde melunane işler yapmışlardır; bu tipin en belirgin örneği Hollandalı Snouck-Hurgronje'dir. "Cava Adası'nda ve etrafta Müslümanların itaat edip direnmekten vazgeçmesini istiyorsanız, başlarındaki reisleri değil; ulemayı yok edin" tavsiyesinde bulunmuştur ve maalesef tavsiyesi de tutulmuştur. Hazret Mekke'yi tetkik için güya Müslüman olup hacca da gitmiştir. Mamafih yalancı hacının eserini okumak gerekir. Bu gibi adamların yanında, dünyadan elini eteğini çekip, okuyup yazanlar da vardır. Bence Kuran-ı Kerim'in en iyi Almanca tercümesini yapan Richard Rückert, Berlin'de bile oturamayıp kasabasına çekilen, Şark'ın şiirlerini aruz vezniyle Almancaya çeviren bir mütevazı dahiydi. 19'uncu yüzyılın ünlü Yahudi Macar şarkiyatçısı Ignaz Goldziher inanmış bir Yahudi ilahiyatçısı idi ama İslamın kelamına da Müslüman bilginler kadar vakıftı ve saygılıydı. Kocaman yaşında Mısır'da el-Ezhar'da talebelik yapmıştı. Unutmayalım, Avusturyalı tarihçi Joseph Hammer von Purgstall, Osmanlı tarihi, Türk edebiyatı, Kırım hanları üzerindeki cilt cilt eserleri kadar; İlhanlı devri İran tarihçisi Vassaf'ın mutantan Farsçalı beş ciltlik eserini de Almancaya kazandırmıştır. Bu tercüme eserin Avusturya Milli Kütüphanesi'ndeki nüshalarının redaksiyonunu yapacak babayiğit bugün yok bile... Hammer, Hafız'ı; Goethe ve Schiller'in diline kazandırıp, Şark rüzgarlarıyla Alman edebiyatını yerinden oynatmıştır. 20'nci yüzyılda İslam milletlerinin sadece tarihine değil, siyasi haklarına bile hakkaniyetle yaklaşan Maxim Rodinson ve Claude Cahen gibileri de vardır. Claude Cahen, Fransa'nın İslam tarihi ve Selçuklu Türk tarihi alanında yetiştirdiği büyük bir uzmandır. Yahudi bir ailedendir fakat laik düşünceli bir Fransız olduğunu İsrail devleti kurulduğu zaman yazdığı bir gazete makalesinde; "Yahudi tabiri benim için hiçbir şey ifade etmiyor" cümlesiyle belirtmiştir. Maxim Rodinson gibi Claude Cahen de ne Hıristiyan bağnazlığı, ne de başka bir zincir taşımadan Ortadoğu milletlerinin tarihi hakikatini aramaya çalışmıştır. Claude Cahen'in okul ve meslek hayatı iyi eğitim görmüş, seçkin Fransız aydınları gibidir. 16 Şubat 1909'da Paris'te doğmuştur. Bir Ecole Normale Superiore mezunudur. Fransız dışişlerinin, içişlerinin, maliyesinin parlak memurları gibi tarih, felsefe dallarının seçkinleri de bu okuldan çıkar. Bizdeki bazı seçkin okulların aksine Fransa'nın bu "ecole"leri çökmez ama mezunlarının iltifat etmekten vazgeçtiği müesseseler için çöküntü başlangıcı söz konusudur. Claude Cahen 1931'de Ecole Nationale de Langues Orientales'in Türkçe-Arapça bölümünden mezun olmuştur. Şark dillerinin hakkıyla okutulduğu bu okulda o sıralar Adnan Adıvar da Türkçe lektörüydü ve galiba Irene Melikoff, Bernard Lewis, Andreas Tietze, Louis Basin gibi ünlü öğrencileri ünlü gramerci Jean Deny'den daha fazla etkileyen unutulmaz bir hocaymış. Claude Cahen bütün seçkin Fransızlar gibi lise profesörlüğü imtihanını kazandı ve 1936-1937'de Türkiye'de araştırmalar yaptı. 1940'ta bence her tarihçinin okumak zorunda olduğu ünlü eseri "Haçlılar Devrinde Kuzey Suriye" basıldı. Bu eserde şahane üslubu ve dili okuyucuyu etkiler, vesika ve delilleri sıkıcı olmaktan çok, ortaçağın Ortadoğu'suyla sıcak bir ilgi kurmayı sağlar. Eser halen Türkçeye çevrilmedi, hoş Fransızca kaleme aldığı "Osmanlı Öncesi Türkiye" adlı eseri de Fransa'dan önce İngiltere'de İngilizce çıkmıştır. Çok bilmiş bir mütercimimiz bu eseri ne içinse; "Osmanlı'dan Önce Anadolu'da Türkler" diye çevirdi. Bazı mütercimlerimizin dar tarih dünyaları içinde orijinal başlıkları değiştirmelerine bu ilk örnek değil. Cahen'in bizim milli tarihimize yaptığı en önemli hizmet bu eserdir. Kalabalık sayıdaki makale ve kitapları Türkçeye çevrilmelidir. Onu 1980 yılında Societe Asiatique'in başkanı olarak tanıdım. Hiç de cazip fiziği olmayan bu ünlü bilgin, daha ilk kelimede ve ilk mimikte insanları zekasıyla çarpıyordu. Bu çarpma da ezici olmaktan çok, bir tevazu içeriyordu. Nükte yeteneğinin sonu yoktu ve nüktedan kişilere de bayılıyordu. Kasım 1991'de öldü. Yetiştirdiği öğrenciler de bugünki Fransa'nın Şark'a en açık uzman zümresini oluşturuyor.


Devamı bir sayfa ötede...

Panorama 1453








Devamı bir sayfa ötede...
 
Site Meter