29.01.2011

Muhteşem Yüzyıl ve Kürdistan


4. bölümde Kanuni'nin ağzından okunan bir mektupta "Kürdistan" isminin geçmemesi BDP'lileri kızdırmış. Orijinalinde var, neden sansür yapıyorsunuz diye...
Orijinalini merak edenler için "Kürdistan" kelimesinin geçtiği bir mektubun hikayesini anlatalım.

Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu için Şarlken ve Fransa Kralı I. François (Fransuva) savaş halindeydiler. Avrupa'da Şarlken fırtınası eserken Fransa çareyi Osmanlı İmparatorluğu'ndan yardım istemekte bulur. Olaylar şöyle gelişir:
Şarlken, Kuzey İtalya’da Pavia’da Fransız ordusunu korkunç bir yenilgiye uğratır ve kralı esir eder (24 Şubat 1525). Esir Fransa Kralı I. François, Şarlken tarafından Madrid’e götürülüp hapsedilir. Fransa ister istemez kurtuluşu doğudaki büyük güçte, Muhteşem Süleyman’a başvurmakta arar. Fransa kralının yardım isteğine Süleyman’ın gönderdiği yanıt, Fransız arşivlerinde bulunup yayımlanmıştır. Metin şöyledir:
Ben ki Sultânu’s-selâtîn ve burhânu’l-havâkîn tâc-bahş-i husrevân-i rûy-i zemîn zıllulâh fi’l-ardayn, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Ru-meli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve vilâyet-i Zulkadriyyenin ve Diyarıbekrin ve Kürdistan ve Azerbaycan’ın ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Medîne’nin ve Kudüs’ün ve külli-yen diyâr-i Arab’ın ve Yemen’in ve dahi nice memleketlerin ki âbây-i kirâm ve ecdâd-i ‘izâmım anarallâhu berâhinehim kuvvet-i kâhireleri ile feth eyledikleri ve cenâb-i celâlet-meâbım dahi tîg-i âteşbâr ve şemşîr-i zafer-nigârım ile feth eyledüğüm nice diyârın sultânı ve pâdişâhı Sultân Bâyezîd Han oğlu Sultân Selîm Han oğlu Sultân Süleymân Hanım.
Sen ki, França vilâyetinin kralı Françeskosun:
Dergâh-i selâtîn-penâhıma yarar adamın Frangipan ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp memleketinize düşman müstevlî olup, elân habsde idüğünüzü i‘lâm edüp halâsınız hususunda bu cânibden inâyet ve meded istidâ eylemişsiz, her ne ki demiş iseniz, benüm pâye-i serîr-i âlem-masîrime arz olunup âlâ-sebîl’i’t-tafsîl ilm-i şerîfim muhît olup tamâm ma‘lûmum oldu. İmdî, padişâhlar sınmak ve habs olunmak ‘aceb değildir, gönlünüzü hoş tutup azürde-hâtır olmayasız. Öyle olsa, bizim âbâ-yi kirâm ve ecdâd-i ‘izâmımız nevverallâhu merâkidehim dâimâ def’-i düşmân ve feth-i memâlik için seferden hâlî olmayup biz dahi anların tarîkine sâlik olup herzamanda memleketler ve sa‘b ve hasîn kaleler feth eyleyüp gece gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Hak subhâne ve ta‘âlâ hayırlar müyesser eyleyüp meşiyyet ve irâdeti neye müte‘allik olmuş ise vucûde gele. Bâkî ahvâl ve ahbâr ne ise mezkûr ademiniz-den istintâk olunup ma‘lûmunuz ola; şöyle bilesiz. Tahrîren fî evâil-i şehr-i âhiru’l-erba‘în li senete isneyn ve selâsîn ve tis‘amia
Bi-makâm-i dâru’s saltanat-il ‘aliyye al-Konstantaniyye al mah-miyye al mahrûse.
Bu mektubun bugünkü Türkçe’si (unvanlar atlanmıştır) şöyledir:
Hükümdarların sığındığı kapuma elçiniz Frangipan ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp memleketinizi düşman istilâ edip şu anda hapiste olduğunuzu bildiriyor, kurtuluşunuz hususunda bu taraftan yardım rica ediyorsunuz. Söylediğiniz her şey dünyayı idaresi altında tutan tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur. Bütün ayrıntıları ile bilgi sahibi oldum. Padişahlar sınmak ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Bu durum karşısında bizim yüce atalarımız –Allah hepsinin mezarlarını nurlandırsın– daima düşmanları püskürtmek ve memleketler fethetmek için, seferden geri kalmamışlardır. Biz de onların yolunda olup her zaman memleketler ve sarp kaleler fetheylemekteyiz. Gece gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmış bulunmaktadır. Yüce Tanrı hayırlar bağışlasın. Tanrı’nın istediği ne hususta ise meydana gelir. Bundan başka her türlü durum ve haberler ne ise, gönderdiğiniz adamınızdan sorulup öğrenile, şöyle bilesiniz.
Bu yazı 932 yılı rebî‘ülâhir ayının ilk günlerinde (Ocak, 1526) saltanat makamı Konstantaniye’de yazıldı.


Bu nâmede giriş kısmında Süleyman, padişahlığının azametini belirtmiş ve ülkesi yanında Fransa’yı bir vilayet ve hükümdarını da unvan kullanmadan bayağı bir kral olarak zikretmiştir. Düşmanın yararlanmasını önlemek için, verilen kararlar hakkında sadece elçi ile “ağız haberi” gönderilmiştir.

Kaynak: Halil İnalcık, Doğu Batı dergisi.


Devamı bir sayfa ötede...

27.01.2011

Kanuni'nin Belgrad Seferi / 1521

Osmanlı pâdişahları içinde kırk altı yıla yaklaşan (1520-1566) hükümdarlığı ile uzun saltanata sahip olan Kanunî Sultan Süleyman, bu uzun saltanatı boyunca on üç Sefer-i Hümâyû’na çıkmış ve hükümdarlığının on sene, üç ay, beş gününü seferde geçirmiştir.
İlk seferi Hümâyûn 1521 yılında Orta Avrupa’nın kapısı durumundaki Belgrad üzerinde olmuş ve bu sefer daha evvel II. Murad devrinde (1441) Fâtih Sultan Mehmed döneminde (1456) ve II. Bâyezid’in saltanatında (1492) üç defa kuşatılıp türlü güç ile alınamayan Belgrad fethedilmiştir. (29 Ağustos 1521)...
Elçimiz Behrâm Çavuş’un hapsi ve bir iddiaya göre katli dolayısıyla Kral Layoş’a halini bildirmek üzere açılan ve Osmanlı tarihinde "Birinci Engürüs / Macaristan Seferi" diye anılır. Kanunî’nin bu ilk Sefer-i Hümâyûnu’da ordunun hareketinden önce Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa İstanbul’dan İpsala’ya gönderilmiş, Anadolu’da bulunan üçüncü Vezir Ferhat Paşa’ya Rumeli’ye hareket emri verilmiş, ayrıca Danişmend Reis gibi Tuna ile Sava ırmağı civarındaki Sancak beylerine de dört yüz "at kayığı", yânî atların nakli için sal hazırlanması emredilmiştir.
18 Mayıs 1521 Cumartesi günü İstanbul’dan hareketle 27 Haziran’da Niş yakınlarına ulaşan Kanunî burada bir harp divanı toplamış ve bu divanda alınan karar gereğince Tuna Filosunu takviye gayesiyle Danişmend Reis’e 500 Yeniçeri gönderilmiş, Bâli Bey ve Mihaloğlu Mehmed Bey gibi ünlü akıncılar Transilvanya içlerine sevk olunmuş, Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa ise Böğürdelen kalesi önlerine gelmiştir.
Bu Böğürdelen kalesi Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından Belgrad’ı tazyik gayesiyle yaptırılmışsa da, bir müddet sonra Macarların eline geçmiş ve "Sabaç" adıyla anılmıştır.

Belgrad’ın fethi
Belgrad’ın Fethi Plânı kıymetli şahsiyetine sık sık temas ettiğimiz muktedir devlet adamı Vezir-i-azam Pîrî Mehmed Paşa tarafından hazırlanmıştır. Bu plâna göre, Belgrad’ın Fethi ile Orta-Avrupa’nın en mühim kapısı açılacak ve bu mühim kapıyı açabilmek için Belgrad abluka altına alınıp bütün ulaşım yolları kesilecek Tuna ve Sava geçilerek Belgrad kalesi Macaristan’dan tecrit olunacak, daha sonra muhasara başlayıp hücuma geçilecektir.
Pîrî Paşa’nın bu plânı aynen tatbik olunarak evvelâ Tuna’nın geçilmesi ve Belgrad’ın batısındaki Böğürdelen kalesinin Fethi ile Sava ırmağından Belgrad önlerine sarkılması kararlaştırılmış ve Semendire Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey Belgrad’ı ablukaya başlarken, Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşa’da Böğürdelen üzerine yürümüş, ayrıca Mora Beyi Hasan Bey’e de pişdarlık vazifesi verilmiştir. Bu arada Vezir-i-a’zam Pîrî Mehmed Paşa da Belgrad karşısındaki Zemlin kalesinin Fethi gayesiyle 3 Temmuz’da aralarından ayrılmış ve Belgrad’ın zapt edilmesi için ele geçirilmesi şart olan Zemlin’i tazyike başlamıştır.
Kanunî Sultan Süleyman kumandasındaki ordumuz 7 Temmuz 1521günü Böğürdelen’i fethetmiş ve ertesi günü kaleye giren Kanunî: "Evvel fethettiğim kaledir, ma’mur olması gerektir" diyerek şehrin derhal tahkim ve imarını emretmiştir, bu emir gereğince kale kısa zamanda baştanbaşa onarılmıştır.
Böğürdelen’in böylece fethedilmesinden sonra Sava üzerine büyük bir köprü kurularak Sirem arazisine geçilip Belgrad üzerine yürünmüş ve bazı kimselerin muhalefetine rağmen Pîrî Mehmed Paşa’nın plânının tatbikiyle 29 Ağustos 1521 Perşembe günü Belgrad fethedilerek bütün Macar ovası fütuhatımıza açılmıştır. Muhafızlığına pâdişahın akrabasından Sultan-zâde Gazi Bâlı Bey’in tayin edildiği Böğürdelen’in ele geçmesinden sonra büyük küçük pek çok kale daha Osmanlı idaresine katılmıştır.
30 Ağustos 1521 Cuma günü Kanunî büyük merasimle Belgrad’a girmiş ve camiye çevrilen Büyük Kilise’de Cuma namazını kılmış, hutbede Osmanoğlu’nun adı okunmuştur.
Belgrad’ın fethi Hıristiyan âlemini şaşkına çevirirken; Kanunî, şehrin tahkimatını tamamlayıp 18 Eylül’de Belgrad’tan hareketle 19 Ekim’de İstanbul’a dönmüştür.
Belgrad ahalisinden bir kısmı pâdişahın emriyle İstanbul’a gönderilmiş, bunlardan bir kısmı Büyükdere havalesinde "Belgrad köyü’nü kurmuş ve şimdi "Belgrad Ormanı" bu göç sonunda meydana gelmiş; gelenlerden bazıları da Yedikule ile Silivrikapı arasına yerleşip burası da "Belgrad Kapısı" adını almıştır.

Mustafa Müftüoğlu


Devamı bir sayfa ötede...

Harem ve Murat Bardakçı

Haremde güvercinlere yem atan cariyeler, Jean-Léon Gérôme

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz'ün tarih gruplarına attığı maili paylaşıyoruz:

Degerli Okuyuclar:

Murat Bardakçı yıllar önce Hürriyet Gazetesinde hakarete varan bir üslupla yaptığı tenkitleri, kendince bir gazete röportajındaki isim hatasını bahane ederek ısıtıp ısıtıp okuyucunun önüne koyuyor. Okuyucularımızın ısrarı üzerine, ona cevap olsun diye değil, merak edenlerin okuması için o gün verdiğimiz cevapları aynen tekrar ediyoruz.

Sayın Murat Bardakçı’nın, Osmanlı’da Harem adlı eserimizle ilgili bir sayfalık tenkit yazısı çıktı. Bu yazı, bize göre çok güzel noktalara değinmek ile beraber, bazı hususlarda yine çarpıtmalarla doludur. Önemli olanlarından biri iki misal verelim:

1) Haremde bulunan cariyelerin tamamının hizmetçi olduğunu, ibadetle meşgul olduklarını ve hiç bir şekilde Padişahın bunlarla cinsî hayat yaşamadığını Kitabın hiç bir yerinde zikretmedik. Bilakis, bu zamana kadar bir iftira mahiyetinde yazılan ve ileri sürülen, Padişahların yüzlerce kadınla ve Haremdeki bütün cariyelerle karı-koca hayatı yaşadığı iddiasının doğru olmadığını ifade ettik.

Osmanlı Sarayında Harem denilen Padişahın evinde herhalde Padişah kızlarının ve hanımlarının yemek yapmasını ve çamaşır yıkamasını bekleyemezsiniz. Elbette ki bunlar bu işleri yapamayacağına göre, bunları yürüten hizmetliler olacaktır. Bu hizmetliler de günümüzde olduğu gibi, kadın erkek karışık değil, sadece kadınlardan olacaktır. Hür kadınlar bu işi görmeyeceklerine göre, o zaman köle olan kadınlar yani câriyeler bu işleri göreceklerdir. İşte Osmanlı Hareminde sayıları 50’yi, 70’i ve bazen da 400-500’ü bulan câriyeler, bu manada kadın hizmetlilerdir. Bu gün evinize gelen hizmetli bir kadınla veya temizlikçi bir hanımla ev sâhibinin cinsî münâsebet kurması ne kadar çirkin ise, Padişahların da bu manada cariyelerle cinsî münâsebet kurmaları o kadar çirkindir. Elimizde Haremdeki çamaşırhânede ne kadar, mutfakta ne kadar ve sairede ne kadar câriye çalıştığı listeleri ile mevcuttur. Şu anda Çankaya Köşkünde ne kadar kadın görevli bulunduğu malumdur; ama Sayın Cumhurbaşkanının bunlar ile aile hayatı yaşadığını kimsenin ileri dahi süremeyeceği de çok iyi bilinmektedir.

Câriyelerin ikinci çeşidi ise, mâliklerinin ve sâhiplerinin hem intifâ‘ ve hem de istifrâş hakkına sahip olduğu cariyelerdir. Bunlar, bir nevi nikâhlı eş durumundadırlar. Cinsî hayat yaşadığı eşinden başkasına haramdırlar. Erkekler bunlara da kendi karısı gibi mu‘âmele etmek zorundadırlar. Bunlardan çocuk sâhibi olunca, ümm-i veled adını alırlar ve artık başkasına satılamazlar. Hür adamın çocuğunu doğurduklarından hürriyetlerine kavuşurlar ve beylerinin vefâtından sonra hürriyetlerini elde ederler. Hür kadınlardan farkları, nikâh akdi yapılmadığı sürece, dörtten fazla kadınla evlenme sınırının olmayışıdır. Bu câriyelerle, nikâh yaparak tamamen eş durumuna getirmek de mümkündür. Ancak başta Hanefi mezhebi olmak üzere, Kur’an’ın konuyla ilgili âyetine dayanan çoğu hukukçular, hür kadın varken, bu çeşit cariyelerle nikâh yapmayı tavsiye etmemişlerdir.

Osmanlı Hareminde bulunan câriyelerin çok azı bu çeşit câriyelerdir. Daha da önemlisi, Osmanlı Padişahları, Fâtih Sultân Mehmed’e kadar hür kadınlarla evlilik yapmışlardır. Fâtih’den sonra gelen Padişahlar, iki üç evlilik müstesnâ, hür kadınlarla değil, ikinci gruba giren câriyelerle evlenmişler ve bazen da nikâh yapmışlardır.

Mesele, hakkında 472 sayfalık kitap yazılmasına ve bu konu yanlış değerlendirildiği için Kitabın içinde iki defa tekrar edilmesine karşılık anlaşılamayınca, elbette ki konuyu soran Cumhurbaşkanına edeb dairesinde ve meseleyi anlatmak için böyle bir misal verilmesinde gayr-ı ilmîlik veya Cumhurbaşkanlığı makamına saygısızlık göremiyoruz. Asıl değerlendirmeyi, şuurlu okuyuculara bırakıyoruz.

2) Sayın Murat Bardakçı’nın Aşk Mektupları adı altında zikrettiği mektuplar, hem karı-kocanın birbirine yazdığı ve gizli kalması gereken yazılardır ve hem de buna rağmen gayr-i meşru bir ifadeye ve hatta kendisinin seçip de naklettiği mektuplarda dahi edebe aykırı kelimelere rastlamak mümkün değildir. Yoksa aşk denilen olgunun, Müslümanlarda olmadığını söyleyen yoktur. Belki meşru dairede olduğunu ve bugünkü gibi gayr-i meşru aşkların yaşanmadığını söyleyen vardır. Bir de Sayın Bardakçı’nın naklettiği ve aşk mektupları dediği şeyler, I. Abdülhamid’in kendi hanımı yani Baş Kadın Efendisi olan Hatice Ruh Şah’a yazdığı mektuplardır. Bugün bile, bir insanın kendi hanımına yazdığı gizli mektuplar açıklansa, elbette ki umuma göre ayıplanabilecek bazı cümle ve kelimeler bulunabilir. Hâlbuki bu zikredilen mektuplarda şer‘an yasak olan bir ifade yoktur.

Osmanlı Padişahları ve haremde yaşayan kadınlar da insandır. Bunlar da hem sevecek ve hem de sevdiklerini kıskanacaklardır. Dolayısıyla insanlık gereği aralarında geçen bazı sürtüşmeleri veya aralarında alınıp verilen ve Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar aileye has kalan özel arşivlerdeki muhabbet mektuplarını, hep menfi manada değerlendirmek veya bunlar arasından suiistimal edilebilir birini seçip hepsine teşmil etmek doğru değildir.

3) İslam toplumlarında ve dolayısıyla Osmanlı cemiyetinde, fertler, cinsî münâsebet konusunda, edebe ve meşruiyete aykırı olmayacak şekilde elbette ki bilgilendirilmiştir. Sayın Murat Bardakçı’nın zikrettiği ve bir kısmına bizim de atıf yaptığımız kitaplar, cimâ‘ın âdâbı başlığı altında âdâb-ı muâşeret veya tahsîsen bu konuya ait telif edilen kitaplarda belirtilen hususları ihtiva etmektedir. Elbette ki hem Kur’an’da, hem sünnette ve hem de bunlardan ilhâm alan İslâm âlimlerinin eserlerinde cimâ‘ yani cinsî münâse-betle ilgili bilgiler olacaktır. Cinsî hayatın makul ölçüler içerisinde ve meşru dairede yürümesinin şartı da budur. Eğer İbrahim Hakkı’nın Ma‘rifetnâme’sine ve Kabusnâme’nin ilgili bahislerine Sayın Bardakçı atf-ı nazar edebilirse, meşru dairede ve ancak her şeyi açıklayacak şekilde yani onun tabiriyle sansürsüz bir tarzda cinsî bilgilerin verildiğini görecektir. Bu, tamamen sıhhî ve ilmî olan bilgilerle bugünün seks dergilerini ve cinselliği suiistimalini kıyaslamak mümkün değildir.

4) Sayın Murat Bardakçı’nın yazısının dörtte birini teşkil eden ve bir çıplak cariye görüntüsü adı altında okuyuculara sunduğu resmin kaynağını açıklamasını arzu ediyoruz. Zira bu ve benzeri resimlerin tamamen Avrupalı seyyâhlarca ve ressâmlarca çizilmiş hayalî resimler olduğunu, insaflı olan bütün araştırmacılar kabul etmektedirler.

Yine bu sebepledir ki, Topkapı Sarayı resim galerisinde mevcut olan Hurrem Sultân’ın muhtelif tablolarıyla kızı Mihrimah Sultân ve Gülnüş Sultân’a ait resimlerin otantik (güvenilir) olup olmadıkları üzerinde haklı olarak durup düşünmemiz icabetmez mi?

Cumhuriyet döneminde haremle ilgili olarak kaleme alınan kitaplarda yer alan veya kitap kapaklarını teşkil eden gayr-i meşru resimlerin tamamı, batılı ressâmların hayal ürünleridir. Mesela Meral Altındal’a ait Osmanlı’da Harem adlı kitabın kapağındaki çıplak resim, Karl Briullov’a ait olduğu gibi, aynı yazarın Osmanlı’da Kadın adlı kitabının kapağındaki çıplak resim de Camille Rogier’e aittir.

Sayın Bardakçı, Kitabımızın ikinci baskısında kendisinden istememize rağmen, tenkit yazısında kullandığı çıplak cariye resminin kaynağını henüz açıklamadı. Ancak biz açıklamak istiyoruz ve diyoruz ki, bu da tamamen Avrupalı bir ressâmın hayal ürünü olan bir resimdir. Bu resim, Jean-Auguste Dominique Ingres, La Grande Odalissque, sh. 180’den alındığını, Sayın Alev Lytle Croutier kayd etmektedir. Yani tamamen Avrupalı bir ressâmın hayal ürünüdür.

Netice itibariyle İslâm Hukukundaki şer‘î hükümler nazara alınarak ve bu zamana kadar yapılan çalışmalar elden geldiğince değerlendirilerek kaleme alınan "Osmanlı’da Harem" adlı eserimiz daha da tartışılmaya devam edecektir. Ancak tenkitlerini bize yöneltenlerin, insaflı olmalarını, eseri iyice inceledikten sonra tenkitlerini yapmalarını istirham ve imlâ hataları konusundaki eksikliklerin yeni baskıda giderileceğini ifade ediyoruz. Ayrıca kitabın muhtelif yerlerinde açıkladığımız gibi, Osmanlı Padişahlarının masum olmadıklarını ve bir kısmının meşru dairede bazı suiistimalleri yapmış olabileceğini ve ancak bir iki insanın suiistimalinin bütün bir nesle teşmil edilemeyeceğini ve hele hele tamamen dindar olan bu insanların cinsî sapık aslâ ilan edilemeyeceğini ve bu zamana kadar cariyelik ve haremle ilgili yazılanların çoğunluğunun çarpıtma ve tahrîfatlarla dolu olduğunu ifade etmek istiyoruz.

Böyle bir kitabın, bütün gayesi İslâmı ve Osmanlı Devletini kötülemek olan bazı kalemleri memnun etmesini beklemek ise, elbette ki safdillik olacaktır. Belgeler konuştukça, bir kısım tabular da yıkılacaktır.".

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz


Devamı bir sayfa ötede...

Murat Bardakçı & Ahmed Akgündüz

Muhteşem Yüzyıl'la beraber tartışmalar sürüp gidiyor. Osmanlı'da Harem kitabıyla tanınan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz de tartışmaların içinde. Geçenlerde Murat Bardakçı köşesinde Akgündüz'le alakalı bir yazı kaleme aldı:

Yazının ayrıntılarını siteden okuyabilirsiniz. Ahmed Akgündüz ise mail gruplarına gönderdiği yazı ile Bardakçı'ya cevap verdi.
Yayımlıyoruz:

Degerli Arkadaslar

Muhteşem Rezalet dizisi münasebetiyle cevap mahiyetinde kıymetli bir Gazateci arkadaşın benimle yaptığı röportajın gazetelerde yayınlanması üzerine 24 Ocak 2011 tarihli Habertürk Gazetesinde daima bize hakaretler yağdıran ve kendisini hesaba dahi katmadığım Murat Bardakçı Ünlü Tarihçinin Büyük Hatası ve benzeri ifadelerle beni yıpratmaya yönelik bir yazı kaleme aldı. Ben Murat Bardakçı'yı muhatap alıp cevap vermeye değer bulmuyorum. Cevabı kamuoyu ile paylaşmak istiyorum. Ancak Murat Bardakçı ile alakalı cevabımı da makaleler kısmında yayınlayacağım.
Ben bir kaç hususu belirteyim;
1. Ister benim dil surcmem veya isterse Gazetecinin yanliş anlamasi sonucu bu hatanin oldugunu biz de hemen farkettik ; dakika durmadan tashih eyledik. Bizim web sayfasinda tashihli nushayi goreceksiniz. Sizden sonra degil, gazetede gorur gormez tashih yoluna gittik. Zira Universitede calişan ve tarihe merakli olan bir memur da beni ikaz edenler arasinda. Sadeddin Efendi’nin tarih kitabini sayfa sayfa mutalaa eden bir insan olarak bu hatayi yapmam zor ancak mumkun; fakat sadece dil surcmesi seklinde mumkun. Bu bir gazete roportaji, 550 sayfalik Harem kitabinda buna dair bir hata da mevcut degil. Eski makalelerimi de arastirdim; acaba ayni hata olmus mu? Diye. Ancak vuku bulmamis. Kaldi ki boyle bir hata olabilir de.
2. Şayet boyle bir hatayi yaptiysam ki, ben de insanim, hatami işaret edenleri omuzumda veya sirtimda dolaşan akrebi haber veren dost olarak gorürüm. Bundan da memnun olurum.
3. Keşke suçlayici ifadelerle yayinlamadan evvel bu ikazi bana yapmiş olsaydiniz, gerçek manada bilime de hizmet gayeniz ortaya çikardi.
4. Bilinmeyen Osmanli kitabinda var olan hatalar da boyle olmasi muhtemel hatalardir. Her baskida duzelttigimizi okuyucular bilirler. Halife Abdulmecid’I sultan diye yazmamiz gibi. Bunun akademik bir hata olmadigi zira ilkokul talebesinin bilr bundan haberdar oldugu ortadadir.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz


Devamı bir sayfa ötede...

Teyfur Erdoğdu & Murat Bardakçı

Yıldız Teknik Üniversitesi'nden Teyfur Erdoğdu TV programlarında dile getirdiği iddialarını Osmanlı'da Resmi Dil'e dair yazısıyla kaleme aldı:

Murat Bardakçı köşesinde alaycı bir şekilde cevap verdi:

Bakalım Teyfur Bey nasıl bir cevap verecek?


Devamı bir sayfa ötede...

14.01.2011

Kanuni Sultan Süleyman'ın Seferleri


1. Sefer-i hümayun Belgrad (1521):
5 ay, 2 gün sürdü. 19 Ekim 1521’de İstanbul’a döndü.
2. Sefer-i hümayun Rodos (1522-1523):
7 ay, 12 gün sürdü. Padişah 29 Ocak 1523 günü İstanbul’ döndü.
3. Sefer-i hümayun Mohaç (1526):
6 ay, 20 gün sürdü. Padişah “Macaristan Fatihi” olarak 13 Kasım 1526’da İstanbul’a döndü.
4. Sefer-i hümayun Viyana (1529):
7 ay, 7 gün sürdü. Hakan 16 Aralık 1529’da İstanbul’a döndü.
5. Sefer-i hümayun Almanya (1532):
6 ay, 26 gün sürdü. 21 Kasım 1532’de İstanbul’a döndü.
6. Sefer-i hümayun İran (1533-1535):
1 yıl, 6 ay, 27 gün sürdü. Padişah “Bağdat Fatihi” sıfatıyla 8 Ocak 1536’da İstanbul’a döndü.
7. Sefer-i hümayun İtalya (1537):
6 ay, 6 gün süren bu seferden 22 Kasım 1537 günü İstanbul’a döndü.
8. Sefer-i hümayun Boğdan (1538):
4 ay, 20 gün süren en kısa seferinden 27 Kasım 1538’de İstanbul’a döndü.
9. Sefer-i hümayun Budin (1541):
5 ay, 7 gün sürdü. Padişah 27 Kasım 1541’de İstanbul’a döndü.
10. Sefer-i hümayun Estergon (1543):
6 ay, 23 gün sürdü. 16 Kasım 1543 günü İstanbul’a döndü.
11. Sefer-i hümayun İran (1548-1549):
1 yıl, 8 ay, 23 gün sürdü. 21 Aralık 1549’da İstanbul’a döndü.
12. Sefer-i hümayun İran (1553-1555):
1 yıl, 11 ay, 3 gün sürdü. Padişah 1 Ağustos 1555’de İstanbul’a döndü.
13. Sefer-i hümayun Zigetvar (1566):
Padişah İstanbul’dan ayrıldıktan 4 ay, 6 gün sonra 7 Eylül 1566 günü harp meydanında vefat etti.

Sizi yormayalım, biz topladık.
71 yıllık ömrünün yaklaşık 10 yılı İstanbul dışında seferlerde gezmiş.
Varın dizide tasvir edilen "sultanla" siz karşılaştırın "gerçeğini"!


Devamı bir sayfa ötede...

MUHTEŞEM HATALAR 3


Banu Güven-Ayşe Adile Nami Osmanoğlu Tars

Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın kızı Ayşe Hamide Sultan'ın oğlu Osman Nami Osmanoğlu'nun kızı Ayşe Adile Nami Osmanoğlu Tars. Yakın zamanda kaybettiği babasının acısını halen yaşıyor. Osmanoğlu soyadını gururla taşıdığını belirtiyor:

"Osmanoğlu soyadını gururla taşıyoruz." diyor Ayşe Adile Nami Osmanoğlu Tars. "Dedelerimiz bu ülke için hep güzel işler yapmışlar." diyerek başlıyor babasını anlatmaya: "Babamın Fransa'da çok iyi bir işi vardı. Hastanelere radyoloji merkezleri kuruyordu. Yasak kalkınca ilk gelenlerden biriydi. Çünkü vatanını çok seviyordu. Annesi Ayşe Sultan hep İstanbul'u anlatırmış. Saray hikâyeleriyle büyümüş babam. 1974'te Türkiye'ye geldi. Bir yıl sonra da vatandaşlık aldı."

En son NTV'de Banu Güven'in konuğu oldu. Muhteşem Yüzyıl'ı konuştular. Galiba Banu Güven "çağırdığına" pişman oldu programın sonunda. Çünkü o kadar yerde anlaşamadılar ki, o kadar yerde bu dizinin Osmanlı'ya verdiği zararı çok güzel bir şekilde Adile Hanım anlattı ki, Banu Güven kavrayamadı, çoğu yerde değiştirelim, o konuyu açmayalım dedi durdu. Güven programı sunmaktan ziyade, dizinin "gerekliliği" konusunda seyirciyi o kadar ikna etmeye çalıştı ki Adila Hanım itirazlarını "usluplu" bir şekilde tekrar tekrar anlatmaya çalıştı.
Mutlaka izlenmeli.


Devamı bir sayfa ötede...

13.01.2011

MUHTEŞEM HATALAR 2


Senaristin Topkapı Sarayı'na girdiği ve gezdiği konusunda benim şahsen ciddi endişelerim oluştu. Zira orada bilgisi en zayıf bir rehberle dahi dolaşsa, zenci hadımağalarının görev yerinin nerede başlayıp nerede bittiğini, cariyelere eğitimin kimin verdiğini, cariyelerin görev yerlerini ve vazifelerini öğrenecekti.
- İbrahim Ağanın (henüz daha Paşa olmadı) sarayda hadım ağası gibi gezdirilmesi, zenci yerine beyaz hadımların haremde kol gezmesi, hadım ağalarının bir adım atması kellesinin gitmesi demek olan yerlerde güle oynaya dolaşmaları, nerede ve hangi muhteşem kaynaklarda (!) yazıyor, izleyicilerin ve bizlerin bilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.
- Osmanlı saray teşkilatını bilenler en önemli özelliklerinden birinin sessizlik olduğunu belirtirler. Muhteşem ve şahane bir sessizlik diye vasıflandırılan sarayda, sakinler sanki gözleriyle işaretleşmekte ve konuşmaktadır. Herkes vazifesinin neler olduğunun idraki içerisindedir. İzlediğimiz dizide ise mutfak, harem, eğitim ve diğer kareler sirkleri hatırlatan şamata ve gürültüler ile doludur.
- Giyim ve kıyafet ise ayrı bir komedidir. İngiliz kralı 8. Henri Tudors dizisinin bu diziye ilham kaynağı olduğu senarist tarafından ifade edilmiştir. Dikkat edilirse kıyafetlerin de aynı ilhamla seçildiği kolaylıkla görülecektir.
- Osmanlı Enderun mektebinde talebelere verilecek manevi en büyük ceza, başından sarığının çıkarılmasıdır. Sarayda ve Osmanlı toplumunda başı açık hiçbir şekilde dolaşılmazdı. Böyle olduğu halde Kanuni ve büyük âlim Hasan Can başta olmak üzere vezirleri neredeyse kavuklu ve sarıklı görmek imkânsız gibiydi.
- Cariyelerin ve Padişah kadınlarının kıyafetlerinin artık ne derece yerinde olduğunu (!) okuyucularımın anlamış olduklarını tahmin ediyorum.
- Kanuni’ye hiç olmazsa muhteşemliğini hatırlatmak için söyletilen sözler ise bilenler için gülünç ve komik olmaktan öte bir mana ifade etmiyordu.
“Benim hasmım Şah İsmail değil Fransuva, Şarlken ve Henri Tudors’tur”.
Bir defa Kanuni böyle bir söz söylemedi. Şayet rol icabı söyletilecekse bari yerinde olsaydı. Fransuva, Şarlken’e esir düşerek Madrit’te hapsedilen kendisi ve annesi Kanuni’ye kurtarılması için yalvaran bir hükümdardan öte bir şey değildir. Henry Tudors’un ise bütün mücadelesi ve savaşları hanımları ile geçmiştir. Ortada tek ciddi rakip olan Şarlken ise Kanuni, yüz bin kişilik ordularla memleketini gezdiği halde bir kez olsun karşısına çıkma cesaretini gösteremeyecektir.
Aşağılanan Şah İsmail ise hiç olmazsa Yavuz Sultan Selim’in karşısına çıkmış ve bir meydan m- uharebesini göze alabilmiş bir şahsiyettir.
Kanuni’nin adaletine atıfta bulunulurken babasının icraatlarını kötülercesine Hasan Can’a serzenişte bulundurmaları başka bir garaipliktir.
Bu konu Hoca Sadettin Efendi tarihinde geçmektedir. Saltanatının ilk gününde değil İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında vuku bulacaktır. İbrahim Paşa kendi dönemlerinin adil olduğunu vurgularken Selim Han dönemindeki bazı icraatların İslamiyet’e uygun düşmediğini savunacak ve Hasan Can çağırılarak kendisinden Selim Han’ın neden böyle davrandığı sual edilecektir.
Hasan Can ise Selim Han’ın uygulamalarının İslamiyet’e uygun olduğunu deliller ve misallerle açıklayarak İbrahim Paşa’yı susturacak ve Kanuni bu söyleşiden ve babasının icraatlarından büyük bir keyif alacaktır. (Bkz. Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih, haz. İsmet Parmaksızoğlu; c. 4, s. 215-216)
- Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse birbiri ardında diğer yanlışlar sökün edecektir. Nitekim dizide Kanuni, sadece babasını azarlayan bir karakter değil aynı zamanda bir âlimi aşağılayan ve ikide bir omzuna ahbap çavuş gibi tokatlar atan garip bir konumdadır. Hasan Can’ın ise Padişahın yanından ayrılırken içerisine düşürüldüğü süklüm püklüm hali ise Kanuni’nin halk nezdinde düşürülmek istendiği durumu gözler önüne açıkça sermektedir.
Daha Hasan Can’ın yaşını bilemeyenlerin bu olayları nasıl doğru yansıtacakları muammadır. Dizide altmışlı yaşlarında gösterilen Hasan Can, aslında o yıllarda otuzlu yaşlardadır. Babası Hafız Mehmed’le birlikte 1514 yılında Tebriz’de Yavuz Sultan Selim Han’ın hizmetine girmişti.
Nihayet, babasının cenazesini kaldırmadan haremde kız kovalamaya başlayan Kanuni; daha Padişah kadınlarının Topkapı Sarayına gelmedikleri bir zamanda Topkapı’da geçen hayat; Hafsa Sultan’ın yeni gelen Hurrem’le Rusça konuşması; cülus bahşişi alacağız diye sevinen kırk elli yaşlarında askerler; Kanuni elçilerle görüşürken tercümanın ve vezirlerin dil dudak ve göz kulak oynatmaları. Neresini düzeltelim dedirtecek daha nice gaflar manzumesi.
Bir dizide bu kadar hata yapabilmek gerçekten bir maharet işidir. Yine senarist Meral Okay’a dönersek söyleşisinde:
“Bildiğimiz resmi tarihin dışında da bir tarih var tabi ki. Belgelerle ortaya çıkan daha asık yüzlü bir tarih. Öbür tarafta o tarihi yapan o tarihi şekillendiren insanların bir de kendi hayatları kimlikleri var”, diyor. Kendilerinin bir noktada herhalde bu bilinmeyenlere vurgu yaptığını belirtmek istiyor.
Düz bir mantıkla baktığınızda tamam bunlar doğru tespitler diyebilirsiniz. Ancak belgelerle ortaya konmuş temel gerçeklere, bu dizide ne kadar uyuldu ki siz insanların kendi hayatını ve kimliğini ortaya çıkarabileceksiniz.
Bu durumda tarihi gerçekleri göz ardı edenler, senaryoyu yazarken ele aldıkları tarihi şahsiyetlere, ancak kendi dünya görüşlerini, yaşantılarını ve ahlakını giydirmiş olacaklardır.
Senariste göre bu dizinin adı muhteşem entrikalar, muhteşem ihanetler, muhteşem rezaletler olmalıydı. Ancak herhalde bu maksatlarını gizlemek için “Muhteşem Yüzyıl” dediler.
İyi de hangi konuda muhteşem? İn kücâ an kücâ
Güneşin zerre kadar kadrine noksan gelmez
Eylese nur-ı cihan-tâbını huffaş inkar
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil


Devamı bir sayfa ötede...

7.01.2011

MUHTEŞEM HATALAR 1

"Muhteşem Yüzyıl" başladı, olumlu tepkiler de var, olumsuz da. Göze batanlar, "Hürrem" üzerine kurulu bir senaryo olduğunun aşikar olduğu. O yüzden birçok gerçeği "hiçe sayarak" (Erhan Afyoncu'nun kulakları çınlasın) "gerçeğe sadık kalıyoruz" söylemleriyle senaryo yazılmıs ve yazılmaya da devam ediyor muhakkak. En çok göze batan şey, Yavuz'un ölümünden sonraki birkaç gün içinde İstanbul'a gelen I. Süleyman'ın "alem" yapmaya kalkması. Bre melunlar, durun adamın babası öleli daha kaç gün oldu, nerede bu ahalinin yas hali, nerede sarayda gözü yaşlı bir anne...
Hatalardan bazıları:
- Olaylar 1520'de geçmektedir. Oysa Topkapı Sarayı'na haremin gelmesi 1540'ta başlar. Bu tarihten önce harem, Beyazıt'taki Eski Saray'daydı.
- Yavuz Sultan Selim'in Rodos seferi için 200 parça kalyon hazırlandığı söyleniyor. Osmanlı'da ilk harp gemisi 1644'te inşa edilmiştir.
- 16. yüzyılda adına Avrupa denilen müstakil bir coğrafya yoktu. Bu kavram 18. yüzyıldan sonra aydınlanma döneminde ortaya çıktı.
- Hareme kızlar, seçilerek alınır, ardından çok ciddi bir eğitimden geçirilirdi. Başta örf-âdet olmak üzere İslami ilimler ile kabiliyetlerine göre birer sanatta yetiştirilirlerdi. Dizideki harem halkının davranışlarının, asırlar boyunca süzülerek gelen 'saray terbiyesi ve nezaketi'yle alâkası yok.
- Harem halkının muhafazasını sağlayan ve dışarıyla ilişkilerine yardımcı olan harem ağaları, binanın dışında kendilerine ayrılan nöbet yerlerinde beklerdi. Harem ağaları da aynı terbiye ile yetiştirilirdi.
- Dizideki oryantal oyunlar ve müzik, Osmanlı eğlence anlayışı ve musikisini yansıtmıyor.
- Babasının cenazesi ortadayken bir padişahın eğlence düzenlemesi inandırıcı değil.
- Kostümler Osmanlı'dan çok İngiliz dizisi Tudors'tan alıntı gibi...
- Osmanlı geleneğinde padişahın huzuruna baş açık çıkılmazdı.
- "Sultan bazen bir kadın veya ikbalini, eğer hastaysa veya küçük çocukları varsa, dairesinde ziyaret ediyordu. Topkapı Sarayı günlerinde bu gibi durumlarda sultan, harem sakinlerinin ortalıktan çekilmesi için, gümüş kabaralı ayakkabılar giyerek gelişini duyuruyordu. Çünkü, tesadüfen sultanın karşısına çıkmak saygısızlık sayılıyor, kazara sultanla karşılaşmaya hünkâra çatmak deniliyordu. Dahası, Darüssaade (sultanın özel alanı) içinde, hükümdarın bulunduğu ortamda sessizliğin sağlanması, sıkı sıkıya uyulan bir kuraldı." Yani dizideki gibi Sultan'ın bir yere gitmek için ortasından geçtiği bir "yol" değildi Harem.


Devamı bir sayfa ötede...

1.01.2011

2/5



Şu ara Türkiye'de iki dil tartışılırken, bir zamanlar, 1891'de, Osmanlı'da kullanılan bir takvim: 5 dilli.
kaynak: maviboncuk.


Devamı bir sayfa ötede...
 
Site Meter